28 Aralık 2011 Çarşamba

27 Aralık 2011 Salı

öfff meredith

christmas'ı evde patlamış mısır yiyerek geçirdim. evde de kimse yoktu, gerçi sanırım şu anda da yok. yusuf, yusuf, ben, yusuf hep beraber uyuyoruz geceleri, çok ıssız buralar. 10-12 gün sonra bu dönemin notunu belirleyecek bi sınav bi essay teslimi var, bense essayi yarıladığım için günlerdir kendimi ödüllendiriyorum. ödüllendirmem bi türlü bitmedi ama bu sırada sezonlarca grey's anatomy izlemiş bulundum. kaç bölüm izlediğimi söylemeyeceğim ki akıl sağlığımdan şüphe edilmesin. allah kahretsin ama o kadar dizi izledim şu kısa hayatımda, bu kadar uyuzunu izlememiştim. yemin ederim bi sevdiğim karakter yok, belki bi tek alex denilen oğlan, o da basbayağı öküzün teki olduğu için (bi de yakışıklı çok ühü) bi tek o doğal geliyo bütün karakterler içinde. yani bence bi sorun var.
54878743 bölüm izlemiş olabilirim ama şu saatten sonra alışkanlık olduğu için izliyorum yemin ederim, "yeaa nolcak şimdi acaba" diye. yoksa o kadar sıkıldım ki. hiç bi diziyi izlerken olmamıştı ama bunda karakterlere bok atmaya başladım (kimsem yok) ve bilhassa o meredith.. allahım yarabbim. meredith grey, başroldeki kız, güyya hikaye onun etrafında dönüyor. kah tekila içip kendini tanımadığı erkeklerin kollarına atıyor kah uzatmalı sevgilisi hem nörolog hem cerrah hem yakışıklı hem zeki hem komik hem anlayışlı derek'i iteliyor; önce gel diyor sonra git. kendisi bi boka benziyomuş gibi. ama bu arada yapımcılar biz meredith'i kukusuna düşkün bir gerzek zannetmeyelim diye ÇOK zeki ve kabiliyetli bir cerrah adayıymış gibi gösteriyorlar. ameliyatlarda çığır açıyor meredith o büzük ağzı kısık gözleriyle. "inanılmaz bir yeteneğin var", "çok etkileyici", "you're a natural"lar havada uçuşuyor. meredith mıkmık diye etrafı germeye ve bombastik damat adayı derek'e ıhmıh ay bilmem ki yapmaya devam ediyor. derek aynı eve çıkalım meredith diyor bu 3 bölüm boyunca "freaking out". derek çocuklarımız akıllı olur deyiveriyor meredith bu sefer bi 5 bölüm "freaking out". fakin biç. bitmedi sezonlardır freak out'ları yemin ederim. bi de üstüne bencilin teki, kendine geldi mi herkesi rehin alıp carcar konuşuyor, ama en yakın arkadaşı ölümcül kanserin son aşamasında hastaneyi ve diğer bir doktor olan kocasını terkettiğinde ve kocası gelip bunu meredith'e söylediğinde meredith yanındaki arkadaşına dönüp "sarılmamız mı gerekiyor" diye soruyor. komik bi de çok, canım. ne boktan başrol karakteri yaratmışlar belli değil.
hah işte bak yıllardır kızın suratı böyle.

evet şimdi gidip bi bölüm daha izleyeyim o halde.

18 Aralık 2011 Pazar

patetik

Geçen hafta Londra'ya gitmem gerekti (böyle söyleyince havalı oldu). Term paper konumla alakalı bi seminer vardı SOAS'ta, katılayım da azıcık akademik hava soluyayım belki paper'ı yazma şevkim artar diye düşündüm. Bizim şehrin tren istasyonuna geldiğimde 5 milyon kadar kişinin istasyonda beklediğini farkettim, nölüyo dememe kalmadan "tren birine çarptı, özür dileriz biraz bekleyeceksiniz" anonsu yapıldı. oha, ay yazık, çok fena diye düşünen ben istasyonun soğuğunda 2.5 saat ayakta bekledikten sonra "bugünü buldu di mi çarpıcak" diye düşünen bir canavara dönüştüm. insanlar uçaklarını kaçırdı, birbirini tanımayan insanlar titreyerek birbirine sokulup ısınmaya çalıştı. en sonunda yavaş yavaş trenler hareket etmeye başladı. nereye gittiğine bakmadan kendimi birine attım, ellerimin morluğundan korkup. o sırada tatil için ingiltere'nin farklı yerlerine gitmeye çalışan arkadaşlarımla telefonla konuşurken farkettik ki bütün ülke felç olmuş, sadece bir trenin işlememesinden dolayı. çohacaip. neyse bindim trene insanlar birbirini eziyolardı, böyle kriz anları gerçekten çok acayip şeyler, kimsenin umurunda değil bir diğeri, gerçi ingilizler yine sakin. biraları yudumlayıp "fok tis" diyolar genelde sadece. trende 5 milyon kişi olduğundan hamamböcekleri gibi birbirimizin üstüne yapıştık, o sırada baktım trenin ucunda boş koltuklar var bir cam kapının arkasında. First class şeysiymiş ve bomboş. yea gerizekalı bunlar niye oturmuyoruz ki first class boş alt tarafı tren ve ben türküm diyerek kendimi oraya attım. meğer cam ses geçirmiyormuş, dolayısıyla kendimi bütün hamamböcekliğinden soyutlamış oldum (paranın gözü kör olsun). sonra kafamı sağa çevirince şu aşağıdakiyle karşılaştım.

20 pound ceza filan tamam da, neden "prosecution and three months' imprisonment" ama neden? nası oluyor yani tam olarak 20 pound ceza ödeyip bi de 3 ay yatıyo musun? sadece first class'da oturduğun için. HİÇBİ ŞEY ANLAMADIM. ama oturmaya devam ettim, hem ekstra sıcak hem de ses geçirmez. ses geçirmez, bi kere daha söylemek istiyorum, ses geçirmez. yani ağlayan bebek yok, ırkçı kadın yok. ufff şahane.

neyse londra'ya vardığımda saat 9du ve tabi seminer filan kalmadı. o sırada londra underground'ın da tamamen çöktüğünü farkettim ve inek arkeolog simon'ların evine gidebilmemin tek yolunun metro olduğunu düşününce gözlerimden ip ip yaşlar süzüldü ve bir 1.5 saat daha soğukta bekledim. en son eve varabildiğimde saat gece 11di. 2 gün boyunca üşümeye devam ettim.
en son gece yattığım şişme yatağın ucundan yanlışlıkla çıkmış kolumu sabah uyandığımda hissetmediğimi farkettiğimde artık simon'ların evinin de göt dondurucu soğuklukta olduğunu anlayıp kendi sıcak odama dönmeye karar verdim. şimdi bi süredir ısınmaya çalışıyorum.
dönmeden önceki gün de "çentemin içinde ne var" fotoğrafı çektim ablamla konuştuktan sonra. gerçekten patetik oldu ama neyse artık.


1- 350 yıldır kullandığım creative mp3 player. şu ana kadar bi kere bile sorun çıkardığı olmadı. seviyorum ama görenler amanın diyor, ablam da utanıyor sanırım. gerçi ablamın ipod nano'sunu dipslemiş olabilirim, ama valla yine de seviyorum benimkini de.
2- chromium tabletleri. norveç-iranlı eski nato askeri arkadaşım metabolizmayı düzenlediğini ve şeker isteğini tamamen yok ettiğini söyledi. 1.99 pound'a bulup bana da aldırdı. "abur cubur yemeni kesicek bak mucizevi bişey bu" dedi, şu anda ucuzluktan aldığım şekerleri 3er 5er yediğimi göz önünde bulundurursak pek işe yaramış gibi görünmüyor ama bakalım, henüz vazgeçmedim.
3- kalemler. aralarına karışmış bi tane de maskara var, sanıyorum onu da kalem sanıp aldım.
4- londra metrosu için oyster kart.(abla, kıps)
5- okurum diye yanımda getirdiğim 2 kitap. okumadım ühü dicem sanıyosunuz ama okudum eheh. (çünkü götüm tutuşuk)
6- kulak tıkacı. çok seviyorum. çin malı kutusunun üstünde "wish you happy" yazıyor, devamı yok. belirsizlikler içinde bırakan çinliler. kutunun diğer kısmında ablamın daha önce hiç insan eli değmemiş bişey toprağından benim için yapıp getirdiği küçük yıldız var.
7- sümük mendili.
8- paşaport (for kamın pipıl).
9- oda anahtarlarım. bir adet anahtarlığım bile yok anlıyor musun abla :U
10- yine nato askeri arkadaşım sara'nın norveç'ten bana getirip durduğu ve beni bağımlısı yaptığı snus. çok küçük tütün torbaları, köpek dişinizin damağıyla dudak arasında sıkıştırıp 1-2 saat öyle takılıyosunuz. iskandinav yaşlı amca şeyiymiş. türkiye'de olsa hipster şeyi olurdu.

1 Aralık 2011 Perşembe

Buralar böööyle hep beyaz olsun

Bütün ülke bu aralar ırkçılık zımbırtılarıyla çalkalanıyor. Herkesin anlatacak bi hikayesi var. Durum aslında "yea bu Avrupalılar hep ırkçıydı zaten"den daha korkunç gibi gözüküyor. Aşağıdaki kaltak herkesin dilinde. Yine bir hukuk nizam var ki tutuklandı geçenlerde, halkı ırkçı söylemlerle rahatsız etmekten. Rahatsızlıktan öte bi şey ya artık bu, neyse. Bugün Nisha ve Navin gelip geçen haftasonu şehirde yol tarifi sorarken sarhoş bir kadının "yol tarifi mi istiyosunuz, okumayı biliyor musunuz ki siz?" diye sorup "siktirip gitseniz daha iyi olur bu ülke için"lerine yutkunarak ve insanlıklarını bozmayarak dönüp gitmelerini anlattılar. Bir dükkanda Nisha'yla alışveriş yaparken kendi kendine konuşan amcanın birinin Nisha'ya "sen nerdensin" diye sorup Hindistan cevabını alınca, "you're fucking everywhere" demesini bizzat duydum, Nisha'nın "özür dilerim" diyip uzaklaşmasını seyrettim. Gerçi buna güldük sonra ama biraz da heralde durumun absürtlüğünü atlatmak içindi. Yoksa gülünecek bi şey yok. Navin'in burdaki ilk haftasında sarhoş bi oğlanın kampüste suratına tükürdüğünü de dinledim. Herkes sarhoş ya da deli. Büyük ihtimalle aşağıdaki kaltak ikisi birden. Bu durumun korkunçluğunu perdelemiyor tabi. Zannediyorum ki aklı başında, işe gidip gelen, aile babası insanlar filan da böyle düşünüyorlar ama tramvayda götünden kan gelene kadar ona buna bağıracak kadar sarhoş ya da deli değiller.
Yine de buralarda sağduyulu insanların da yaşadığını düşünmek istiyorum. Yoksa durum hayli asap bozucu. Bu kaltak gibiler midemi bulandırıyor. Ama buradaki yavşak hükümet daha çok midemi kaldırıyor, bu kadının söylediklerinin politically correct hallerini söylüyorlar her gün.
Gidip Koko'nun ona yolladığım hediyesini yerkenki videosunu izleyeyim de azcık sinir bozukluğum geçsin, yoksa bütün gece bunu düşüneceğim. Öyle bi malım.



29 Kasım 2011 Salı

deniz kenarı

geçen hafta salı günü yanında uzun süre battaniyeyle gezen ama artık bir paltosu olan nisha'yla deniz kenarına indik. daha doğrusu ben indim, o zaten deniz kenarındaki yurtta kalıyor. bi süre odasında oyalanıp sonra aşağıya inmeye, denize elimizi sokmaya karar verdik. hava bi garip güzeldi, kapalı ama rüzgarsız. normalde kıyıdan yürümeye çalışırken götünüz başınız sümüğünüz ayrı yere uçarken o güne özel bir durgundu hava.
hemen değerlendirmeye karar verdik. plan yeni yerler keşfedip kendimizi otobüse atıp bilmediğimiz bi yerde inmekti ama bi süre sonra bu "yea boşver kıyıda çay içelim"e döndü. evet acıklı hakikaten.

nisha'nın odasında panoya asılı şekilde bunu buldum. gülmekten çişim geldi. nisha'nın nası bi kız olduğunu tam olarak açıklıyor. güne çok planlı başlamaya karar vermiş kesin, kağıt kalem alıp panoya to do list yapıştırmış, ama sonra kalem bitmiş ve devamını getirmektense her şeyden vazgeçmiş.

ve deniz kıyısı. valla orda bi yerde deniz var. görükmüyo ama var. tam ortadaki sarı şey de mutlu köpek. çılgınca yarım saat koştu ordan oraya. yaşlıcaydı da. koko olsaydı keşke diye düşündüm. gerçi mutlu köpek eminim bizim kara bok'a yüz vermezdi eheh.

bu da nisha. çok güzel kız. devamlı uzun sürme çekiyor, yani bunu başarabilmesi bile gözümde onu level 3000 kız yapıyor. ayrıca saçları da hep parıldıyor. oğlan olsam çoktan ilanı aşk etmiş, reddedilmiş, acımdan şiirler yazıyordum.

bunlar da brighton'ın meşhur kahverengi mavi çakılları. bu fotoğrafı çektikten hemen sonra "denize el sokma" planımızı gerçekleştirmeye karar verdik. güyya ne kadar soğuk olacağına bakıcaz, aksi mümkünmüş gibi. neyse yaklaştık yaklaştık elimizi soktuğumuz anda dev bir dalga bizi kıçımıza kadar ıslattı. farklı yönlere koşarak ve çığlık atarak uzaklaştık ama her şey için çok geçti. kös kös eve dönüp çorap değiştirip pantolon kuruttuk. sonra aynı yere geri inip çay içtik. neyse ki mutlu köpek de ordaydı da ordan oraya koşup arada da bize yan gözle bakıp (resmen ona bakıp gülüyor muyuz diye kontrol ediyordu) şımarıklık yapmaya devam etti. güzel bir salı günü oldu.

8 Kasım 2011 Salı

fak yu yörem

Geçen cuma gündüz vakti kafama dan diye burdaki arkadaşlarıma "yea size türk yemeği yapıcam cuma akşamı cohgüzel olcak" dediğim vurdu. Bir anda panik halinde şehirdeki türk marketine attım kendimi. Daha önceden yerini bellemiştim, inanılmaz şekilde kaybolmadan bulmayı başardım. Neyse sonuç olarak market tam bir düşkırıklığıydı. Masala mı istersin, italyan zeytinyağı mı, pakistan nan'ı mı, malezya malı saç boyası mı, ne istersen var fekat türk bişey yok. Dolmades bile yok. Temam haklarını yemeyeceğim bi kaç bişey vardı. Alman türk yoğurdu filan.
Bi de bu alttaki vardı. Yörem tulum. Tulumun da helal olanı varmış, güvenlik mühürüyle falan.


Ve faking 5 pound. Haftalık harçlığımın yarısı falan ediyor. Ama neyse dedim, toplamda sayısı 4 olan canım arkadaşlarım için helal olsun, türk yemeği yesinler ben de o sırada bıyıklarımı sıvazlar kehkeh gülerek "yes veri gut, orrayt?" derim onlara diye düşündüm. Sonra kapağı açtım.


Küflenmiş. Henüz son kullanma tarihi gelmeden.

2 Kasım 2011 Çarşamba

27 Ekim 2011 Perşembe

yes sör

Odamda internet olmadigi icin su anda kutuphanede cile dolduruyorum. Yani aslinda deli gibi calisiyor olmam gerekiyor ama tabi ki oyle bir sey olmuyor. Tam caprazimda da iki tane Turk var, ofh. O igrenc cercevesiz gozluklerinden ve sevimsiz suratindan anlamistim Turk oldugunu birinin zaten, digeri de "abi yarak gibi oldum of" deyince yanindakina hah dedim cok sukur buldum dunyanin en sevimli milletini burda da.

Calisamamamin bir diger sebebi de (35 diger sebepten biri yani) bugun arka arkaya toplam 7 saat falan konusma dinledim. Artik en sonunda kim ne diyor anlamamaya baslamistim. Dinledigim en son konusmayi Prof Sir bilmemkim yapti. Hoca bize butun acikligiyla -kendisinin burda yasayan milyorlarca insandan farkli olarak kibar olma gibi bi gayesi yok, mr.bollocks- bu kadar tasaklisi zor gelir size konusmaya, hepiniz hazir olun dediydi, biz de kos kos gittik. Irak isgalinde Ingiltere'nin bas guvenlik danismani, bilmemne zamaninda da tum ordularin komutaniymis, falan filan simdi gercekten tam seyedemiyorum cok ilgilenmedim. Yalniz 51 sayfa tutan bir yayin listesi varmis, duyunca yutkunup bi koseye comelip pantolon pacalarimi coraplarimin icine sokmak, aglamak ve sumuklerimi koluma silmek istedim.

Butun bu Irak seylerinden sonra da sovalyelik vermisler. Vealla ne yalan soyleyeyim benim hayalimdeki sovalye boyle degil, hele 450 parcalik puzzle'larda biraraya getirdigimizde ortaya cikan sovalyeler hic boyle degildi. Biraz bozuluyorum bu durumlara.


25 Ekim 2011 Salı

gece mesaisi

"Hi,

A number of rubbish bags are being left on the ground (rather than being placed in the paladin bins) in Brighthelm. This is allowing the local wildlife to split bags and spread the contents across the area. If we should find evidence of which houses are responsible charges for rubbish clearance will be passed on.

Many thanks for your co-operation with the above.

Kind regards."


Manzaram çöp bidonları olduğu için bunu ben de gördüm bir sabah. Her şey dağılıp parçalanmıştı. Ehe ehe mehe diye gülüp 45 tl'ye aldığım, marketin en ucuz ekmeğini kemirerek güne devam etmiştim. Pofuduk kuyruklu tilki gelip pıtır pıtır çöpleri karıştırmış sonra da aynı pofuduklukla ormanda kaybolmuş diye düşündüm bütün gün. Kalpçikler tilkiye. Bokçuklar da hem tehdit edip hem de işbirliği için teşekkür eden yurt sorumlusuna.

18 Ekim 2011 Salı

itlik kopukluk

Dün şehre inip fotoğraf makinası aldım. Çohmutluyum. Makinayı almam toplamda 8 dakika filan sürdü, akabinde bi yandaki H&M'in vitrinine baktııım baktıııım baktım ve "yea bence girsem girerim nolucak ki" diyip girdim. Bi şekilde kendimi tutmayı başardım ve iki atlet bi don alıp çıktım. Donun üzerinde jimnastik yapan kızlar var sanırım neden kimsenin almadığını ve 1 pound'a düştüğünü o an anlamam gerekiyordu.

Neyse sonra mal gibi şehirde gezip "şu benimmiş meğerse şimdi" diye evlere baktıktan sonra otobüse binip kendi 2 metrekarelik bej odamın gerçekliğine döndüm. Akşama doğru mutfaktan gelen sesler duyup içeri gittim karanlık basınca odasından çıkan bir hamamböceği gibi. Favori Hintlim Nisha ordaydı, beni görünce koşarak sarıldı. Tanıştığım en komik insanlardan bi tanesi, üstelik hayvan hakları aktivisti. Hindistan'da hayvan hakları hakkında çektiği belgeseller falan var ve yanında kışlık palto getirmediği için battaniyeyle gidiyor her yere. Bu bile kızı sevmem için yeterli.
Yalnız yanlarında taşıdıkları sayko bir Slovak kız var, belki kendisini sonra anlatırım. Slovakya, bazı kızların çok çapsızmış aq. Söyleyeyim dedim.

Akşam deli gibi yağmur yağdı, dolayısıyla fotoğraf makinası alırkenki yegane gayem olan "etraftaki hayvanı çekme" işi yattı, kimse uğramadı ön bahçeye. Sonra ben de gece manzaramı çekeyim dedim, çekerken ekranın karanlık yerinde bir surat gördüğümü sandım ödüm bokuma karıştı. Sonra aklıma buranın hayaletlerinin ne kadar meşhur olduğu geldi, ekrana baktım ağaçların dalları, gölgeler falan ama baya surat gibi. Küçük Vampir'deki Anton gibi brrrrrrrr diyerek fotoğraf makinasını kapattım. Sonra bi süre korkmaya devam ettim. Bugün de bilgisayara attım, bi bok yok simsiyah o surat gördüğüm yerler. Fak yu kanon, bana bi hayaleti çok gördün.



Geceyi makinanın içindeki türlü sikimsonik efekti deneyerek ve bunla eğlenerek geçirdim. Ve bundan bi kaç saat kadar önce "bari ağaç filan çekeyim gündüz" diyerek balkona çıktım (evet biraz heyecanlıyım fotoğraf (yamuk) çekebiliyorum diye, bence utanılacak bişey yok :U) Ve işte şu alttakiyle karşılaştım ön bahçemde.

Ve sonra beni farketti.


Ben usulca ürkmüşken o bi süre beni süzüp sonra "dünyayı ele geçirince kulağı didiklenecekler" listesine beni kaydettikten sonra karşıdan karşıya geçerek uzaklaştı.

4 Ekim 2011 Salı

martılar çok büyük

Bi arkadaşım yüksek lisans yapma konusunda "every butthole is doing that" demişti bi keresinde bana ve çok da haklı aslında ama bunu şu anda düşünmeyeceğim. Hemen geçiyorum.

Uzun bir süre şu anda olduğum yerde olmak için debelendim, hayatı etrafımdakilere dar ettim. Beni okuduğunu bildiğim toplam 3 kişi filan var ve onlar da biliyorlar zaten. Ama sonunda bi şekilde borç harç gelmeyi başardım en meşhur kraliçenin memleketine. 17 yaşında lisansa ilk adım attığımdan beri hakkındaki düşüncelerim "oha ne biçimmiş", "üff şuraya bak","negzel bölümler bunnar" olan okula. Bu vesileyle istediğim şeyleri yapmam için uğraşan bir ailem olduğu için kendimi ne kadar şanslı hissettiğimi de belirtmek isterim. (ühühü biraz duygulandım sanırım)

Bir 5 gün önce filan sanırım en sonunda başardım girmeyi ülkeye, ilk vize başvurum eksik belge yüzünden reddedildi kısa süre içinde panik halinde belgeleri tekrar toplayıp ikinci kere başvurduk ve en sonunda pasaport içinde vizeyle geldiğinde bu ohannes olayı ablamla küçüklü büyüklü sevinç çığlıkları ve ben heyecan çişimi henüz yapmışken ablamın 0.3 saniye içinde vodka portakalları hazırlamış olmasıyla kutladık. İki gün içinde de kendimi yollarda buldum.

İstanbul'dan Cenevre'ye uçtum önce ve tabi ben de dünyadaki yüksek sosyete bi takım insanlar hariç "yeaa isviçre ne la" kıvamında takılanlar grubuna dahil olduğum için odun gibi bindim uçağa, tabi Cenevre'ye alçalırken böyle überalles bir görüntüyle karşılaşacağımı bilemezdim. Alpler falan. (Tasvir yeteneğim burada sona eriyor.) Oharee diye bakarken bi yandan THY'nin verdiği sofistike davuk yemeğini kemirmekteydim, gerçi bi süre "acaba para alcaklar mı lan" diye düşündüm, Pegasus siktir git hayatımızdan bizi neye çevirmişsin göt. Neyse Cenevre'ye indik, dediler ki aktarma yolcuları havaalanında sola değil de sağa gitsin. O kadar karmaşık yerler olan ve uçakların filan uçmayı başardığı bu yerlerde "sola değil de sağa bacım" basitliği beni korkutuyor. Ama gittim sola değil de sağa ve uçsuz bucaksız bir bekleme salonu sonsuzluğuyla karşılaştım. Belki bi süre beklemem gerekir, sikiim çişim geldi, of çok sıcak filan diye etrafa bakınırken duvarda bi telefon gördüm etrafı sarı şeritle çevrilmiş ve büyük puntolarla "eğer aktarma için bekliyorsanız telefonu kaldırın ve bekleyin" yazıyordu. Beni gülme tuttu ama telefonu kaldırıp bekledim. Dünyanın en neşeli sesiyle telefon açıldı:
-bonjoooooour!
-eeöö telefonu kaldır diyodu kaldırdım ben de eheh
-sen zeynep misin?
-(oha)... evit (yani yis)
-tamam sen dur orda ben hemen geliyorum.

Gerçekten de 5 dakika sonra geldi sarı arabasıyla, "seni ekiceğimi düşünmedin di mi?" diyip bi de sırıttı, sanırım yaşlarımız aynı falandı. "Bir drink alır mıydık alplerin eteklerinde?" demek istedim ama uçağı kaçırırım diye demedim. Sırf ondan.
Sonra da londra uçağına kendimi attım ve iki saat arayla ikinci uçak yemeğine konmuş oldum nıhiohiha. Hatta daha da şımarıp "bi de kırmızo şorap alabölör möyöm?"lere geçtim.

Velhasıl indim Londra'ya ve inek arkeolog Simon'un üstün çabaları sayesinde gitmem gereken yerin trenine bindim. (Simon akabinde 4 gün bavulumu taşımaktan ne kadar yorulduğundan şikayet etti, gerizekalı).

Allam yareppim nolur bunu yazıyorum diye götüme sokma ama herkes o kadar sevimli ve yardımcı ki, gözlerim yaşarıyor ara ara. Hollanda'yı hiç terketmemişim gibin. Gerçi yatağım sanırım plastikten yapılma gıcırdıyor yatınca üstüne ve üzerinden kalkınca da hüzünlü bir iç çekiyor ama bunun memleketin insanlarıyla bi alakası yok.

Şehirden toplanmış artık yemek yağıyla çalışan Büyük Limon otobüsüne binip şehre inmeyi bile başardım. Bi süre yürümekten fenalık geldi ama 20 dakikalığına görebildiğim kadarıyla şehir baya sevimli olabilir. Bi kere denizi var, allaşkına üstüne başka neye gerek var ki? Saçma sapan dolanırken mega 99p store bulup kendimi evimdeymişim gibi hissettim. Bütün bu denizli şehir romantizminden kurtulup kendimi deterjan ve sabun alırken buldum. Onları da sırtıma atıp odama döndüm. Otobüsten inerken kadına "tenk yü" diyip "good evening hon!" cevabını alınca hafif bi sendelemedim değil. Geri dönüp o an uzunca sarılmak istedim dazlak otobüs şoförüne. Uzun uzun. Kadının piercingleri yüzüme batmaya başlayana kadar.

Bence dünyayı ele geçirmeye burdan başlayacaklar. Bilahare anlatıcam. Garip bi ilgi geliştirdim bu boklara karşı.

Dersler başladı falan, hayat güzel, hava soğumaya başladı. Dün en son güneş gördüğümüz günmüş sanırım. (Allam bak hayat güzel dersler güzel diyorum diye beni şeyetme lütfen :U)

Şu anda dışardan müzik sesi geliyor. Siz yurt odasında otururken uzaktan duyduğunuz sesin Kutsi'ye değil de Bloc Party'e ait olduğunu bilmek nasıl bir mutluluktur bilir misiniz?

22 Eylül 2011 Perşembe

Çatal bıçağın takibi

Yine her yerde gürültü kopardıktan sonra keşfettiğim ve tabi ki ablam dinlerken "ıyk" deyip sonradan çok sevdiğim bir şarkı. Ve yine kısa, 3 dakika. Hayat sevdiğim şarkılar konusunda kozmos ve karmayla anlaşıp bana oyunlar oynuyor.

5 Ağustos 2011 Cuma

Saç, tırnak falan

Bugün pasaport uzatmak için Emniyet'e gitmek zorunda kaldım (halka karışmak falan yani iğrenç) ama daha iğrenci geliyordu; yeşil pasaport ellerimden kayıp gitti. 25 yaşına kadar her yerime süre süre kullanırım sanıyodum ama öğrenci olmam gerekiyormuş. Annemin "15 gün içinde falan olur öğrenci" diyerek anne halleriyle polisleri kafaya almaya çalışması da yetmedi, "ehem şöyle geçin bordo pasaport için" dediler. O sırada da biometrik fotoğrafımı çektiler. Adam "sakın ağzınızı açmayın sakın gülümsemeyin" dedi, ha bi de fotoğraf şeysinin perdesini kapatırken "saçınızı düzeltin" dedi, "nası yani kulağımın arkasına mı atayım dedim", "ha yok o kadarına gerek yok ama düzeltin" dedi. Panik halinde elimi saçıma bastırdım falan, ne yaptığımı ben de çözemez haldeyim zira saçlarım normal toplu şekilde gitmişim oraya. Sonra bi de tekrar perdeyi açtı yine hızlıca "saçınızı düzeltin, çekiyorum" dedi, aha dedim içimden kesin bayılıcam panikten. NE VAR SAÇIMDA ALLAHIM NE VAR SAÇIMDA? daha fazla saçımı elleseydim ağlamaya başlıycaktım, durdum ben de o da çekti fotoğrafı. Bi de büyükçe basıyolar bu biometrik fotoğrafları, aman allahım bir çocuk tacizcisi bir ruh hastası bir meth bağımlısı bir lezbiyen katil gibiyim. Hepsi birden gibiyim. Sonra anladım, yazık adam elinden geleni yapmaya çalışmış saçını düzelt diyerek, tipini sikiim'in kibarcasıymış.

Herkes polis merkezlerinde çekilen bir takım fotoğraflarda bu kadar havalı çıkamıyor haliyle, biz böcekler elimizdekilerle yetinmek zorundayız.


Neyse sonra bi de parmak izi alma işlemi var; bir pırasa kadar anarşist olabildiğim için anneme anca "ne bu yea, çok çirkin bişey böyle parmak izi falan, beni etiketliyolar, fak yu sistem" falan diyebildim. Parmak izimi alan polis kadın fazlasıyla sevimliydi ve ellerimi tarayıcıya yapıştırırken "tırnaklarını mı yiyosun sen?" diye sordu "evit" diye osuruk gibi cevap verdikten sonra "başarısızlıktan mı korkuyosun?" dedi. Galba kadına bakarken gözlerim büyüdü, bön bön bakıyorum. Kadın sonra konuştu, anlattı, beni anladığını söyledi, bense kadına bi yandan "ehe ühü ehüh" falan diye tepkiler veriyorum bi yandan da yaşadığım en saçma Ankara durumlarından biri olduğunu düşünüyorum. Zaman, mekan, kadın. Kadın hiçbişey söylememe fırsat vermeden saydı bitirdi her şeyi. Sonra da "bence senin iki şeye ihtiyacın var; anlatmaya ve bakış açısına" dedi.

Çohacayipti.

29 Temmuz 2011 Cuma

-

Bugün cüzdanımda eski bir not buldum. Çok mutsuzum.

22 Temmuz 2011 Cuma

by the sea

Do you want to go to the seaside?
I'm not trying to say that everybody wants to go..

17 Temmuz 2011 Pazar

şalanj beybi more şalanj

Aşağıdaki post'tan da anlaşılacağı üzere Hollanda ayrı güzel insanları ayrı güzel ama bir kısmı ayrı tutmak istiyorum (3 kere ayrı yazdım). Üniversite öğrencileri. Ama öyle normal, alnının akıyla, babasının emekli maaşıyla, devletin bursuyla üniversiteye giden Hollandalı ve daha genelinde Avrupalı öğrencileri tenzih ederim. Benim bahsetmek istediğim daha bir uluslararası deneyimleri olmuş, orda burda (Kenya olur efendim Şili olur) stajlar yapmış, gönüllü olup sıtmalı bebek kurtarmış (kurtardığını sanmış) Avrupalı -ağırlıkla Hollandalı- öğrenciler.

Olur da Avrupa'da üniversite okumak isterseniz, hayatınızda vereceğiniz en iyi karar olur bana sorarsanız (niye sorucaksanız artık). İnsan yurtdışında tek başına yaşamaktan ve okumaktan çok şey öğreniyor. Tabii her başınız sıkıştığında kafasını ikebileceğiniz bi ablanız varsa, hayat hep daha kolay <3 (canım ablacım). Ama ilk zamanlar sizi sinir krizi eşiğine de getirebilir ve bunun sebebi sadece aynı dersleri aldığınız insanlar olabilir. 18-19 yaşının verdiği müthiş özgüvenle Namibya'da otelde kalarak yaptıklar 3 haftalık gönüllü işi derste sınıfın ortasında zavallı Afrikalıları pislikten kurtarmaya çalışan pak bir Medeni'ymişçesine anlatabilir. Bir süre sonra kendisini alttan alta övmekten o kadar gaza gelecek ve o kadar konuşacaktır ki mesela derste anlatılan konuyla olan bağlantıyı unutacaktır. Ama önemli değil, diğer Medeni'ler sevimli şekilde kıkırdayarak gülecek ve -eğer normal insansa- sadece hoca "töbe yarabbim" der gibi Medeni'ye bakacaktır. Eğer benim gibi özgüveni düşük bi tipseniz, ilk zamanlar "hasktir benim de mi böyle bi insan olmam gerekiyo yoksa?" diye düşünebilirsiniz. Özgüveniniz yüksekse -umarım öyledir, yoksa sikko bi hayat bu- "oha la salağa bak eheh" dersiniz, bütün bu deneyim daha rahat geçer.

Diğer devlet okullarından ayrı olarak, kendi deyimleriyle "challenge" seven, hırslı, üstün başarılı, fazla istekli öğrencileri istediğinden ve sadece bu tip öğrencileri kabul etmek gibi bir misyonu olan bir okula kabul edildiyseniz hele, durum daha da vahim olabiliyor. (He madem eziksin seni niye aldılar diyosanız, bunu bi bira içip konuşabiliriz.)

Her şey iyi güzeldi, gittim Hollanda'ya, okul çok güzel falan. Çok heyecanlıyım, allam nihayet gerçek üniversite falan diyorum.(Bak üstteki resim eheh, valla çohgüzel, tartışanla kavga ederim, ablamla da ederim) Oryantasyon haftasında takılmak zorunda bırakıldığım Amerikalı-Alman-Hollandalı-Fransız karışımı grupla mahalle pub'ında bira içerken lak luk konuşuyorduk. Ben kendi çapımda Efes'in ne kadar güzel olduğunu anlatmaya çalışırken bu kadar Avrupalılık içinde hiç bir zaman ciddiye alınmayacak bir gen olan Türklük'ü temsilen ıhı diye gülümsenerek susturuldum. Daha fenası geliyordu. Amerikalı kız bana dönüp sordu: "Boş zamanlarında ne yaparsın?". Cizıs krasyt. İngilizce dersleri boşuna değilmiş, bu soru gerçekten varmış. Ben de evetevet soruya soruya cevap vereyim de boş zamanlarında kıçını kaşıyan bi mal olduğumu düşünmesinler diye "Sen ne yaparsın?" diye sordum (nası? zeka pırıltılarım boşuna değil, herkesin dikkatini çeker) Kız bana hokey (tabii ki) oynadığını, tenisi de sevdiğini, bi ara basketbol da oynadığını aslında falan anlattı. O sırada Almanlıkalmanlık şeklinde yanımda oturan çocuk basketbola olan medeni ilgisini anlattı, tam "oh allam sanırım sıramı savdım, zaman geçti çok" derken kız bana geri döndü "ee sen anlat bakalım" dedi. Ben hemen politika 101 derslerinden öğrendiğim bi takım sikimsonik diyalektik zımbırtılarını hatırlayarak "Yani boş zamandan kastın ne?" gibi gittikçe daha gözkamaştırıcı zeka pırıltıları saçtığım sorular sormaya başladım. Allahtan kız Amerikalı -dolayısıyla salak- idi ve "kastım yarrak" yerine "yani ne bileyim, hani böyle sıkıldığında, sinirin bozulduğunda mutlu olmak için rahatlamak için ne yaparsın hobi olarak?" dedi. "Önce ağlar sonra uyurum" dedim. Masada 6-7 saniye kadar süren sessizlik önümdeki üniversite senelerinin nası geçeceğinin bariz göstergesiydi.

Neyse sonuç olarak, okulun bu ihtiras isteyen erotik yapısından dolayı her ders bir "challenge" (ya da bizim evdeki deyimiyle şalannnj) her ders bir hınshıns eye of the tiger şeklinde geçecek demektir. Avrupa'da okul seçecekseniz belki bunları da düşünebilirsiniz. Eğer birazcık bana benziyorsanız (yani götünüz kocaman ve tırnak yiyosanız eheh) size de bütün bunlardan fenalık gelebilir ve "ehh sikerler" diyerek demokratik özerkliğinizi ilan edebilirsiniz okulda ve arkadaş çevrenizde (nası, güncel politik espri de yaptım). Ve bi süre sonra baktınız ki oluyor; herkesin 4 gün önceden başladığı ödevleri derse ananıskyyy stilinde 5 saat kala, herkesin toplaşıp "brainstorming" adı altında 3 gece çalıştığı teori dersi sınavlarına bi gece önce yatakta debelenip "ay şimdi de götümü şu yana döneyim" şeklinde çalışmaya başlayabilir ve o Medeni'lerle aynı puanları almaya başlayabilirsiniz. Yani cidden yatmak işe yarıyor. Bunu öğrenmem uzun sürdü ve bunu öğrendikten sonra bile ablamın kafasını ikmeye devam ettim derslerle ama en azından rahatladım. Ve bu bu şekilde devam etti, ders olsun, sınav olsun, sunum olsun, gittikçe artan bir siklememe (her zaman değil)-içinden dalga geçme-bağırarak cevap verme ekseninde. Okul hayatımın en son sunumunda sınıfta kavga çıkarıp al yanaklı Heidi'ye yarı-küfür ettiğimde içimdeki endorfin, monkordun, tontipfin hormonlarının oranının fazlalığından sanırım kafam iyi olmuştu (kafam iyi yani, anlıyo musun, kafam çok iyi abi). Ve bu şekilde Avrupa kolllej deneyimimi tamamladım ve çok mutluyum. Yüksek ihtimal YÖK diplomamı tanımayacak ama bi gün YÖK de gider. Gider belki, niye gitmesin, gider ki bence ühü :U

Of yemin ederim başka bi şey anlatıcaktım bu "şalannnj" meselesiyle ilgili ama çok uzatmışım, fak yu.

21 Haziran 2011 Salı

ik wil leven

Gittiğiniz yerlerden bir şeyler isteme alışkanlığı olan insanlar vardır. Ben de onlardan biriyim, dolayısıyla hiç yadırgamam isteyeni de istemeyi de. Maalesef annem de onlardan biri ve istediği şeyler fantastik olabiliyor; bal gibi. Bu sebepten Türkiye'ye dönmeden bir kaç gün önce ablaya hagelslaag, anneye de bal almak için markete gidilir. Koca bir kavanoz meyd in holınd bal alınır ve bez torbaya konur. Eve doğru gidilirken bi anda nasıl olduğunu anlamadan o torba çaaat sesiyle beraber elden düşer ve sokağın ortasına bırakıverir kendini. "Allaam yüce rabbimiz nolur kırılan şey bal olmasın" diye düşünülerek bez çanta açılır. Kırılanın bal olduğu ve çanta içindeki her şeyin bir bulamaç haline geldiği farkedilir, üste başa da bal bulaşmaya başlar. Bu sırada karşı kaldırımdan koşarak bir teyze gelir, çantasından bir hışım naylon torba çıkarır, tek tek az bulanmış şeyleri torbaya koyar ağzını bağlar elime tutuşturur. Tam o sırada genç bi kadın bisikletinden iner gelir ve ıslak mendil çıkarır çantasından, yaşlı teyze ıslak mendili alır ve ceketimi silmeye başlar. Ben hafif nemli gözlerle teşekkür etmeye çalışırım, onlar bütün sevimlilikleriyle aa ne demek canım önemli değil derler. Beni tertemiz yaptıktan ve eşyalarımı da kolumun altına torbalayıp verdikten sonra gülümseyip "saçına da bulaştıysa evde sıcak suyla yıka" diyerek giderler. İşte böyle bi yer Hollanda. Sonra neden özlüyorum, neden ağlıyorum. Peh.

16 Haziran 2011 Perşembe

hello, i fuck you, won't you tell me your name

Ben çok beğenmek. Dünyada daha çok böyle insan olsa.

9 Haziran 2011 Perşembe

ay em mina ay lav şit

evet bugün de sıkıntıdan koko'yu terasta tasla çocuk kafasına vuran teyze stili yıkadığım bir gün oldu. neyse bizim hırt yumuşak parlak bir şey oldu. sadece birkaç saatliğine.

ablamla şafak, şafağın bulduğu üzeri HERTZ EN İYİ ARABA KİRALAMA HEY HEY HEY yazılı bir arabayla aile ziyaretine gittiler. ben de o sırada o kadar da çılgın olmayan projemi hayata geçirdim.

karşınızda ablamın neden sahip olduğuna anlam veremediğim şeyler listesi.

ürün 1: her gün taze zortuk otu yiyen koyunların osuruğundan yapılmış body shop kremi.

duştan sonra bütün vücuda sürmek üzere tasarlanmış kremimimsi jelimsi bi şey. canlandırıcı etkisi olduğu için sabah duşundan sonra sürülmesi tavsiye ediliyor. her sabah rawalpindi'nin gecekondularında yaşıyormuşçasına güne uyanmak ve gün boyu kendi kendine şafağın deyişiyle "feriha senden bi koku geliyo anlamıyorum" demek için birebir. üstelik %50 indirimli.

fotoğraf çekerken hırtçık dayanamayıp geldi, layığı o dişlerin arasıydı aslında ama şimdi sabah ablam canlanmak ister de bunu yerinde bulamaz üzülür diye vazgeçtim.

ürün 2: peşınfurut vücut tereyağı


allam yarebbim bu peşınfurut denilen bok nası bişeydir, bi kekremsi koku bi kırmızı meyve olmak istiyodum ama olamadımlık. ama gel gör ki ablam buna bir peşın bir sevgi bir umutsuz aşkla bağlı. body shop hayvan testlerine karşı olmasından sonra şirket olarak ikinci en iyi kararı vermiş ve bu yozgat tereyağını üretmeyi durdurmuştu. geçen hafta ablam suratında müthiş bir hazla gelip sokak ortasında gösterdi "bak neyi tekrar piyasaya çıkarmışlar" diye. annemin klasik "kaç para verdin buna"sı bile o hazzı azaltamadı maalesef. body shop ah body shop, seni bir an sevebilirim gibi gelmişti.

ürün 3: leopard print sexy chic whimsical yarranks


ablamın bu içten içe leopar deseni sevmesini hiç bi zaman anlayamadım. ama yine de o seviyo diye h&m'den leopar desenli bilezik yürütmüşlüğüm falan var. yani kendi çapımda bu sevdasını destekliyorum. ama bu spesifik parçaya çok gıcığım. böyle bi karaktersiz bi her yanı dökülen. abla bunu gece yatarken giyiyor; bu daha iyi bi şey mi daha mı kötü bilmiyorum.. yine de, sabahları himalayalardan toplamış zortuk otunun jeliyle canlanmış eski bir hairband grupie'sine günaydın demek her kula nasip olmaz diye düşünüp kendimi rahatlatıyorum.

gerçi bana kalırsa böyle daha güzel oldu.


ürün 4: "eh yeter artık bu taytlar bu geometrik desenler, yıl oldu 1991" diyen isyancı kadının kulağından söküp attığı küpeler

bunu sona sakladım. çünkü ablamın neden sahip olduğunu ve daha acayibi neden delirmişçesine sevdiğini asla anlamadığım yegane şey. tek tek her şeyinden nefret ediyorum; o uçuk pembesi, o deseni, o formu. 80li yıllara bir çift lafım var; annemin vatkalarını çöpe atması 15 seneyi aldı, şimdi de bu küpeler. düş ailemin yakasından. :U

20 Mayıs 2011 Cuma

Rembrandt da içerdi

Karamelli vodka. Rembrandt da içermiş. Ya da en azından istanbul'un bir barının menüsünde bu şekilde yazıyordu. Gerçekten karamelli vodka içer miydi bilmiyorum ama bir çok ressamdan daha acayip bir hayat sürdürdüğüne eminim.

Bir kaç sene önce, okulda aldığım 17.yy Hollanda sanatı dersi için bize seminer vermeye Jan Six XI diye bir adam gelicek dedi hocamız. Kıkırdadık sınıfça, 11. Jan mı? nası yani? diye. Hoca da yarın görüşürüz demişti burnunu kaldırarak. Sonra görünce aldık tabi ağzımızın payını, gerçekten bir 11. Jan vardı karşımızda. Jan Six ailesi, hollanda'nın en ünlü ailelerinden biri. bütün üyelerinin hollanda tarihinde yeri var. Asıl Jan Six, Hollanda'nın en parlak zamanlarını yaşadığı 1600lerde Amsterdam'ı yönetiyor. (Bir diğer Six ailesi üyesi de arkeolojiyi Hollanda'ya ilk getirenlerden mesela, ilgililere duyrulur) Müthiş bir malvarlığı ve müthiş bir sanat tutkusu. Ailenin yüzyıllardır yaşadığı Amstel nehrinin kenarındaki evde aklınıza gelebilecek her türlü ressamın eseri var. Ama bir de daha güzeli, bir Rembrandt var o koridorlarda. Hem de Jan Six'i resmettiği.



Yukarıda gördüğünüz beyefendi 11. Jan Six, arkadaki de büyük dede asıl Jan Six'in Rembrandt tarafından yapılan portresi. Resmin bugünkü değeri 150 milyon euro olarak söyleniyor ama 11. Jan, buna poposuyla gülüyor. Gülmesinin de bir nedeni var, biliyor da gülüyor. 11. Jan, Sotheby's Amsterdam'ın başındaki adam. 17. yy Hollanda resimleri uzmanı (Old Masters da deniyor bu resimlerin genre'ı için). Daha ziyade bir Rembrandt uzmanı olarak da tanınıyor; yeni bir resmini falan da keşfetti hatta, bir ailenin çatı katında. Küçük çaplı bir celebrity yani aslında. Çocukken evlerinin koridorlarında top oynarken etraflarının Boticelli'ler, Van Gogh'lar, Hals'lar, Rembrandt'larla dolu olduğunu, resimlere top çarpıcak diye annelerinin bunlara bağırdığını falan anlattı bize de bütün bunların yanında. İşte bir böyle çocukluk geçirenler var; bir de çocukken sümüğü akan, sokakta dizlerini yaran tas kafa ben varım.

11. Jan, bizi hikayesini ve Rembrandt'ı anlattığı 3 saat boyunca sanırım hipnoz etkisi altına falan aldı. Zira bi ara sınıfa baktığımda herkesin ağzı hafifçe aralanmış mal gibi adama bakıyordu. Zaten sanırım ders J.Ö-J.S diye ayrıldı Jan'dan sonra. Sınıfın kızlarının Jan'lı fantazilerini anlattığı ders araları dönem sonuna kadar sürdü. (Bunlara ben de dahil olmuş olabilirim, neyse)

Her şeyden öte, Rembrandt'ı hiç böyle uzun uzun düşünmemiştim, resimlerine öyle bakmamıştım. 11. Jan, bunu yaptırdı bize ve hiç görmeyi başaramadığımız şeyler gösterdi. Hayat bazen böyle küçük şeylerle değişebiliyor. Sadece "enee Rembrandt, pahalı güzel falan"dan geçip neden "güzel" olduğunu anlayabiliyorsunuz. Şimdi ben burda bunu yapmaya kalkışmayacağım tabi ki, patlarım zaten. Ama Rembrant gerçekten üzerinde daha çok konuşulması, yazılması, düşünülmesi gereken bir ressam. Bundan 500 sene önce yaşamış olsa da. "Kendi gibi olmak istediği, kendi tarzından ödün vermeyi reddettiği için yokluk içinde ölen ressam" kavramının ilk örneklerinden. En güzellerinden. Bir duyguyu basit bir fırça darbesiyle en güzel anlatanlardan.





Yukarıdaki detay, 1659'da yaptığı oto-portreden. Bu göz detayında Rembrandt, 72 fırça darbesi kullanıyor. Kaş, kirpik, göz, gözbebeği resmediyor. Ama hepsinden daha güzeli, bir duyguyu resmedebiliyor. Bakınca o an ne hissediyorsa siz de hissediyorsunuz (hissedemiyorsanız kendinizi vurun zaten, klozete falan düşün). Aynı zamanda da tam bu yıllarda, resimlerinin artık istenmediğini, karısının ve 3 çocuğunun aynı zamanlarda öldüğünü, yokluğun derinliklerinde olduğunu bildiğinizde her şey daha da manalı bir hale geliyor. Bu yaptığı son oto-portrelerinden. Yaşadığı müthiş ihtişamlı hayatın izleri tek tek belli oluyor yüzünün her köşesinde. Bu dönemlerde resimleri gittikçe daha karanlıklaşıyor, ışık azalıyor. Resmettiği bütün duygular garip bir şekilde daha da yoğunlaşıyor. Bana sorarsanız, hiç birinde mutluluk kalmıyor.



Şimdi Jan Six'i bir kenara bırakırsak; Retun of the Prodigal Son'ı görüyorsunuz yukarda (Müsrif erkek çocuğunun geri dönüşü falan gibi çevirebiliriz sanırım). Prodigal son, İncil'deki hikayelerden. Babasından kendi payına düşen malvarlığını isteyip, daha sonra bunu son kuruşuna kadar fahişelerle, kumarla, içkiyle harcayan evin küçük erkek çocuğunun eve, babasına "beni de kölelerinden biri yap" diyerek geri dönmesi ve babası tarafından kucaklanıp kabul edilmesini anlatıyor. Rembrandt da bu hikayenin "geri dönüş" kısmını alıyor, bütün zerafetiyle resmediyor. Sanırım hayatımda gördüğüm en güzel resimlerden bir tanesi. Bütün parasını tüketmiş, yıllarını ailesinden ayrı geçirmiş bir çocuğun babasına geri dönüşü ve af dilemesi. Babanın bütün cömertliğiyle onu gururlu bir şekilde bağrına basması. Bu, Rembrandt'ın yaptığı son resim. Bitirdikten bir süre sonra ölüyor. Bize bir "son resim nasıl olur"u ve ondan daha fazlasını anlatıyor aslında. Hayatın ona verebileceği bütün ihtişamı yaşamış, ünlenmiş, etrafında hep kadınlar olmuş, müthiş paralar kazanmış bir ressam ve her şeyi tüketmiş bir adam. Geri döndüğünde ressam olan Rembrandt değil de, ailenin küçük erkek çocuğu olan Rembrandt var. Kendini çiziyor. Geri dönüyor. Af diliyor. Bize de oturup resme saatlerce mal gibi bakmak kalıyor.

15 Mayıs 2011 Pazar

"Yaşlılar ölecek, gençler de hatırlamayacaklar"

Başlıktaki laf İsrail'in ilk başbakanı Ben-Gurion tarafından zamanında söylenmiş, 700.000 Filistinli'nin kendi topraklarından sürülerek yine kendi topraklarında mülteci edilmeleri hakkında. Yalnız o müthiş kendini büyük görme ve her şeyi sadece Yahudi olana hak sayma durumu öngörü kapasitesini de daraltmış olacak ki, unutmak bir yana bugün sayısı 4 milyonu geçen o Filistinliler her yıl İsrail devletinin hukuksuz kuruluşunun yıldönümünde sokaklara dökülüyorlar. Kendi topraklarından sürgün edildiklerini, kendi sularını kullanamadıklarını, o çirkinlik abidesi Duvar yüzünden okullarına, hastanelerine gidemediklerini, kendi kutsal topraklarına girmelerine asla izin verilmediğini bütün dünyaya bağırmak için.



Filistin yılın her günü kaynıyor ama 15 Mayıs'ta orada olan biten yüzümüze bir kez daha çarpıyor bütün korkunçluğuyla. Ellerinde 63 sene önce terketmek zorunda kaldıkları evlerinin anahtarlarıyla genç yaşlı herkes bize bir şey anlatmaya çalışıyor. Fiziksel, yapısal her türlü şiddetin normal-her günlük bir gerçeklik haline getirildiği, modern zaman soykırımının en açık seçik temsilcisi olan Filistin'in elinde kalan tek şey bu; hatırlamak. O da olmazsa, ellerinde evlerinin anahtarlarından başka hiçbir şey kalmayacağını biliyorlar. Dünyanın hafızası çok kuvvetsiz çünkü. Bağırmazlarsa kimse duymayacak.

Bize o kadar da uzak olmayan küçük bir toprak parçasında, kendi vatanında mülteci kampında doğup büyüyen çocuklar var. O çocukların istisnasız hepsi "büyüyünce ne olmak istiyorsun?" sorusuna "hiçbir şey" diye cevap veriyor. Bu cevap bütün Filistin'i özetliyor ve aslında İsrail'i bütün soykırım politikalarında başarılı olduklarına ikna edecek gibi oluyor. Ama işte onları içten içe oldukça huzursuz eden bir durum da ortaya çıkıyor. Ben-Gurion'un tahminlerini alt üst eden bir şekilde Filistinliler 63 yıldır bu "hiçbir şey"e karşı çıkıyorlar, bu uğurda canlarını feda ediyorlar. Ve benim, senin, onun bu bağırışı duymaya devam etmesi gerekiyor. Çünkü ancak onlar unutmaz, biz de onlarla beraber hatırlamaya devam edersek dibimizdeki bu baskı krallığının sahipleri meşhur kibirlerinden kurtulup hukuka ve insanlığa saygı duymaları gerektiğini anlayacaklar. Hepimizin, bütün insanlığın elinde kalan tek şans bu.

28 Mart 2011 Pazartesi

yıldızsız siktir git d&r

hava ankara'da yavaş yavaş normalleşmeye başladı. ısınıyor falan ara ara. neyse geçen gün ablamla beraber tunalı'daki d&r'a gittik. kitap, film, dergi bakmaya gidilebilinecek tek yer tunalı'da. dolayısıyla bütün tunalı turlarımız genelde orda sonlanıyor eve gitmeden önce.

neyse işte bir tunalı turunu daha d&r'da sonlandıralım dedik. kitaplara bakmaya "en çok satanlar" kısmıyla başlanması üzerine tasarlanmış mağazada otomatik olarak o kısma doğru gittik. ablam kendini dekorasyon dergilerine kaptırdığı için son günlerde, kendisi o kısımdaydı. ben mal mal en çok neler satıyor diye bakarken iki adam yanımda durdular, birisi bıkbıkbıkbık bişeylerden şikayet ediyordu. hiç utanmam dinlerim hemen böyle durumlarda. adam en çok satanlar rafındaki 5. sırada olan john parkin diye bi adamın "s*ktir et" kitabına çemkiriyordu. "nasıl basmışlar böyle bir kitabı?", "ne demek bu şimdi?" (mınının amı demek), "zaten kitabı yazan yabancıymış, kitabın adı bu degildir" (ahah), "bi de utanmadan yıldız koymuşlar?" ve en güzeli "ya bi de utanmadan çok satan olmuş kitap!" (hiç utanmadan fiti fiti çok satanlar rafına yürümüş bir gece). bütün bunları söyleyen adamı baştan ayağı süzdüm durup. beyaz spor ayakkabı, kel kafa, gözlük, sümük gibi bi ceket üstünde. yani yemin ediyorum buzluğunda cenin var gibi bi tip. buzluğunda cenin yoksa da bilgisayarında scat porn olduğuna falan eminim. şimdi kalkıp da "kitaplar toplatılıyor, insanlar cezaevlerinde, sen neye takmışsın" diyen olabilir (olmaz amk, 4 kişi okuyo bloğu). varsa da o kel adamla hepsini aynı kefeye koyuyorum.

kel adamdan tiksinip, bi raf arkaya gittim mağazada. çok satanların bir raf arkası da ajandaların satıldığı bölüm. metis'in 2011 ajandası bir anda yokolmuş. duymuştum ama cidden yöh artık öyle de değildir demiştim ama öyleymiş. d&r gerçekten metis 2011 ajandalarını mağazalarından toplatmış. metis ajandaları ablam sayesinde öğrenmiştim, bu sene de bana bir tanesini hediye etti. 2011 teması "ırkçılığa, ayrımcılığa ve nefret suçlarına karşı". metis'inkiler sadece ajanda değil, içinde bir ton bilgi var, espri var, çizim var, cidden çok başarılılar. bu sene şikayet etmiş birileri, baya da sistematik yapmışlar bu şikayet işlerini ve sonunda mağaza "şikayetleri haklı bularak" toplatmış, satmıyor. niye derseniz de aşağıdaki resme bakın. 10 kasım günü ajanda sayfasının altına gelmiş, o gün için ayrılmış bölümde de bir çocuk çizimi var, "zulüm" kelimesinin üstüne işiyor. aman efendim nasıl 10 kasım'a işermiş çocuk? ya yemin ediyorum hepimiz ceninli kel adamsınız! ulan bi durup baksanıza ajandaya, o çocuk çizimi her sayfanın alt köşesinde var; ırkçılık, homofobi, şiddet falan gibi kelimelerin üzerine işiyor. her sayfada!



tabii okumak gibi bi alışkanlıkları olmadığı için bu tip kel adamların, durup bakmamışlardır ajandanın yazılı olan kısımlarında neler basmış metisçiler diye. 10 kasım sayfasında çocuk "zulüm"e işediği için pkk ajandası oluvermiş. ama biraz baksalar aslında soykırım kelimesinin tanımını verdikleri sayfada ermeni soykırımı'nı da örnek olarak vermişler holokost'un yanında. ehehe bu da size kapak olsun.

bütün bu ajanda asabiyetinin üstüne bi de yeni çıkanlar rafında pırıl pırıl duran bir "homoseksüelliği önleme rehberi" gördük. "bir psikoseksüel rahatsızlık olan homoseksüelliği anne-babalar nasıl engeller"i anlatıyormuş. yüce amon ra, sen bizi koru.

d&r, kafan çok güzel güle güle kullan demeyeceğim, direk götüne sok o kafayı sen. zira biz bıktık artık bütün bunlardan.

15 Mart 2011 Salı

"bi eczaneye gidip gelebilir miyim?" "hayır."

yine blogun karakterine uygun şekilde size fantastik yeni mezun maceralarımdan birinden bahsedeyim dedim. baya sıkılıyorum bu aralar, eğlendirecek pek bir şey de yok zaten. erimeyen karlar var hala, havanın da güzel olduğunu söyledi ablam bugün arayıp ama inanmak istemiyorum.
bir 6 ay kadar 50-55 kişinin çalıştığı bir aile şirketinde çalıştım ve bu tip şirketlerde işler nasıl yürüyor diye anlatmayı bir borç bilirim.

beni iş görüşmesine çağıran ilk şirketti bu, hem ankara'da hem de "danışmanlık" diye zerre ne yaptıklarını anlamadığım bi işle uğraştıklarından "hee gideyim de bakayım neymiş" diye iş görüşmesine gitmiştim. insan ilk iş görüşmesinde geriliyomuş ama baya, bilen bilir.

daha sonradan patronun kızı olduğunu öğreneceğim ve ofiste parmak arası terlikle dolanan gergin at uyruklu (gergin at kuyruğu = gergin insan) kadın beni konuşturduydu bi masaya oturup, neden bizle çalışmak istiyosun zart zurt. "e ama hiç deneyimin yooğğk?!" dediydi ben de stk'lardan bahsettim "stk ne demek?" diye sorduğunda içimden süphaneke demiştim zaten oralarda yaptıklarımı anlattığımda da beni zerre iplemeyip "ben gönüllü yapılan işleri işten saymıyorum" demişti. "ananı say canım" diyemiyo insan tabi.

neyse sonra asıl patronla konusturmuslardı beni, patron da baba olan işte, her şey onun etrafında dönüyor ofiste. aile şirketlerinde bu böyle maalesef, insiyatif kullanmanı isterler ama kullandığında asla takdir edilmezsin cünkü illa ki bişeyin içine sıçmışsındır onların gözünde. işi kotarmış olsan bile. çünkü 22 yaşında kalkıp iş çözmene anlam veremezler.

işe başladıktan sonra bir 3 ay falan sigortanı başlatmalarını beklememek normal bişeymiş, bunu da öğrendim. eğer isterlerse 1 ay sana maaş vermeme hakları da var; hani deneme süresi hesabı. sigorta yaptıklarında da bunu lütuf olarak gördüklerinden, aldıgınız maaş değil de asgari ücret üzerinden yapmayı bir hak biliyorlar. e bunu da bilen bilir, baya geniş bir uygulamaymış. ezik bir yeni mezun olarak bunu işe girmemle öğrenmiş oldum. çünkü ben 12 yaşındayken sabahları new york'taki bm ana binasına girerken hayal ettiğim için kendimi, bu tip küçük hesaplara kafamın basmadığını ne kadar salak bi kız çocuğu olarak büyüdüğüme bakıp anlarsınız diye umut ediyorum.

maaşınızın geri kalanını her ay sizi sırayla odasına çağıran patronun elinden bir zarf içinde alıyorsunuz. her ay o odada patronun kıpkırmızı yüzünü oflayan poflayan agzını görmemek için maaşın geri kalanını almayıp koşarak kaçmayı istemiyor değil insan. öyle bir şey ki böyle küçük şirketlerde açgözlü işverenle çalışmak; "ya patroncuğum o kadar çok seviyorum ki çalışmayı, almayayım bu ay da maaşımı ne de olsa siz de çok kazanmıyorsunuz di mi?" desen büyük memnuniyet duyacak, sırtına pat pat yapıp eve gönderecek. çünkü o patrona ve o aileye göre "asla para kazanamıyorlar", "borçlarını nasıl ödeyeceklerini düşünür" haldeler devamlı. o sebepten de patron her sene arabasını bi üst modeliyle değiştirirken, patronun bir kızının jaguar diğerinin bmw marka arabaları vardır mutlaka. çünkü hiç kazanmıyorlar. sakın unutmayın, hiç kazanmıyorlar.

hiç kazanmadıkları için patron sizin departmanınızdaki 5 kişiyi odasına toplantıya aldığında "geçinmek için bu şirkete güvenmeyin, evli olanlar kocalarına güvensin, bize değil", "aldığınız maaşları da çok alıyorsunuz zaten", "yaptığınız iş aldığınız paranın kat kat altı", "hepinizin tek tek buraya maaliyeti her ay 8 bin lira, asıl ben sizi çekiyorum" türü lafları söylemeyi kendine bir görev olarak beller. her hafta mutlaka tekrarlar.

bu tür laflar ilk başlarda grup elemanlarına "genel" şekilde yöneltilse de ilerleyen zamanlarda bizzat "şahsi" duruma gelebilir. "senin aklın yok mu? neyinle düşünüyorsun?" (tam bu anda "im thinking with my ballllssss!!!" diye bağırmak ister gönül ama tutar kendini. bkz:how not to live your life), "bi de üniversitede okumuşsun hem de iyi üniversitede okudum diyorsun, şu rezilliğine bak" vs kıvamına gelebilir, üzülmeyin. bu demektir ki yakında zaten o işi bırakacaksınız. ve gerçekten bütün samimiyetimle söylüyorum eğer bu tip bir muameleye maruz kaldıysanız size inanıyorum ki hiç bir suçunuz yok. rezil falan da değilsiniz. şahanesiniz.

ofis dedikoduları bombastiktir, sakın içine girmeyin. doğru bildiğinizi her zaman söyleyin. eğer bi işin/lafın etik dışı, zaman kaybı, özensiz, yanlış olduğunu düşünüyorsanız, o iş kimin olursa olsun, konu kimi ilgilendirirse ilgilendirsin çat diye söyleyin. tıslayan bakışlara maruz kalsanız da, rahat oluyorsunuz.



son olarak da; şu üstteki gibi işletme ders kitaplarında falan da olan fotoğraflar büyük yalan. e tabi insan biliyo bunu da, hani benden daha da saf olanlar varsa diye belirteyim dedim. iş hayatı gerçeği gergin at kuyruğu, parmak arası terlik, para kazanamayan patron üçlüsünün oluşturduğu ikizkenar bi üçgen en nihayetinde. hepimizin bildiği gibi.

her eyeliner was a glorious trap.

Bundan bi sene önce şöyle bir mesajla mail kutuma düşen bir şarkıdır bu alttaki:

"Dear Z:

I don't dance. Or, actually, I didn't dance. Until this.

Play it loud.

Yours

-a."

Gününüz mutlu olsun. (Nasılsa yarın bok gibi olucak eheh)

10 Mart 2011 Perşembe

best democracy in the world

okuduğum etrafı kanallarla çevrili küçük şehirdeki en şahane, bar tabureli, dar ve güzel müzikli pub olan seventy seven'da otururken yan taraftaki amerikalı değişim öğrencilerinin yüksek sesli muhabbetlerine maruz kalmıştık bi akşamüstü. kendi aralarında tartışırken "the US has the best democracy in the world" demişti biri daha da yüksek sesle, tartışma alevlendi falan ama tartışmanın tümü o cümlenin zeka düzeyini aşamadı. belçika biralarıyla hödük gibi sarhoş olup gittiler sonra.
bu cümle sonra baya tuttu aramızda, amerika'dan her konu açıldığında bu lafla bitirildi. geldiği eyaletteki okulunun pembe eşofman üstüyle akşamüstümüzü şenlendiren demokrasi kızına burdan sevgilerimi gönderiyorum.

neyse şimdi ben blog'un ruhuna daha uygun bi şeylerden bahsedeyim istedim. bir yeni mezun olarak fantastik maceralarımdan birini anlatayım. amerikan büyükelçiliğinde bi işe başvurdum, vize bölümünde. istedikleri çok iyi ingilizce, az biraz tecrübe falandı. iyi dedim hem ekim'de bitiyor sözleşme, tam bana göre, hem de ev 5 dakika yürüme mesafesinde. oh oh diyerek başvurdum. takriben 3 hafta sonra falan aradılar; gelin sizinle görüşelim diye. obarey diyerek panik halinde gittik sabahın köründe elçiliğe.

ankaralıların bildiği gibi bu elçilik tüm şehir planlamasını çükerten, kanunu uygulamayan bir "etraf çevirme", "binayı kale haline getirme" falan gibi özelliklere sahip. 1950lerden bir fotoğrafa denk gelmiştim, kısa çitlerle çevrili bir elçilik binası, gayet normal, şehre saygılı, sakin. şimdiki halini bilen bilir, kozmosta 5 zeynep boyunda demirler ve kaldırımdaki cübüklerle -gercekten ne diyeceğimi bilemedim o koydukları şeylere- kavaklıdere'nin saheseri gibi. orada bir elcilik oldugunu size gösteren tek şey yanından otobüsle geçerken tepede gördüğünüz amerikan bayrağı.
neyse ben sabah böylece ana elçilik binasına girmiş oldum. çantamdaki parfümü bileğime sıktırıp ses çıkararak koklamamı istediler. o gerginlikle allahtan görevlinin "ses çıkararak koklayın"dan kastının ne olduğunu anlayabildim, yoksa çok fantastik sahneler yaratabilirdim diye düşünüyorum.

benden başka 2 kişi daha vardı, bizi ingilizce sınavına aldılar. baya 100 soruluk listening, reading, vs. içeren bi kitapçık vardı. yalnız burada işe başvuranlara söylemek isterim çalışma ortamı gerçekten huzur verici gözüküyor. yani hiç bir işyeri eminim gerçekten o kadar da huzurlu değildir ama ben ayağa kalkmanın yasak olduğu bi işyerinde çalışmış biri olarak söylüyorum; kahve kokuları, kahkahalar, herkesin sana acaip sevimli davranması, devamlı gülen çalışanlar, bir saygı sevgi yumağı beni cezbetmedi desem baya yalan söylerim.

yine de binaya girerken gördüğüm devasa ama bakın resmen devasa uydu zımbırtısını görüp julian assange'ımı hatırladım, hin hin güldüm içimden. sonra kahve kokusu ve sevimli çalışanlarla hinliği unuttum, sonra kendimden utandım.

neyse efendim, bu ingilizce sınavı okulda ingilizce okumuşlar için cidden kolay. hiç dert etmeye, sıkıntı yapmaya gerek yok. 75 ve üstünü iyi ingilizce olarak görüyorlar, yani no problem! sonra da küçük bir çeviri istiyorlar sizden ve çalışacağınız departmanla ilgili bir metin veriyorlar, yani benim gibi mallık yapmayın ve sınava gitmeden hangi departmanda ne yapılıyo, o yapılan işlerin türkçesi ne bi bakın.
sınavdan 4 gün sonra falan da sınav notumu söyleyip beni mülakata çağırdılar. yalnız ben sınava girerken beni istanbul'daki konsolosluk için düşündüklerini söylediklerinde hayallerim çotank diye yıkıldı bu arada.
"neeea istanbul mu" diyemediğim için, "abla bee hiç mi olmaz ankara'da, aynı iş burda da var ama yeaa" kıvamında bişeyler sordum. aynı kibarlık ve sevimlilikle olmaz seni istanbul konsolosluk düşünüyo dediler. tüüü diyerek ve mülakat için aramamalarını dileyerek sınavdan çıkmıştım.
sonuç olarak aradılar. istinye'de ev kiralarının 2000 lira falan olduğunu da öğrendikten sonra bu maceraya girişmemeye karar verdim ve yarın olan mülakata gelemeyeceğimi maille yazdım gönderdim. o yüzden mülakat ayrıntılarını yazamayacağım burda ama sınavdan iyi notla geçenlerin bu konuda zorluk çekeceklerini düşünmüyorum.

istanbul'a gitmedim ama dünyanın en iyi demokrasisi beni mülakata çağırdı diye bile sevindim. bu da benim mal ve küçük bok dünyam işte.

3 Mart 2011 Perşembe

amansız takip

çok kötü bi huyum var ve ara ara baya takıntılı olduğumu düşünüyorum. baya baya insanları "stalk" ediyorum. (baba a.ş. gibi ingilizce kelimeleri tırnak içine al.) internetin tüm nimetlerini kullanıp o napıyo bu kim bu bunun neyi falan herşeyi öğreniyorum. kendimi durduramıyorum. ama yani oturup essay falan yazmak gerekse zaman zaman ancak işe yarayabiliyo bu yetenek, onun dışında anca eski sevgilinin daha eski sevgilisi nerde staj yapmış, üniversiteden kaç ortalamayla mezun olmuş falan gibi şeyleri bulabiliyor insan. yani elimin altında bi fbi, efendime söliim bi cia bi nasa veritabanı olsa neler yapıcam ama işte gugılla bu kadar oluyo. mesela eski sevgiliyle (öf be bi hafta içinde 1 yıllık sevgili eski sevgili oluyo hemen ne acaip) oturup konuşurken bunun doğal kızıl pislik (aslında çok güzel kız tabi ki) çirkin eski sevgilisindan konuşuyoduk. kız moda okuyo falan (yaptığı elbiseleri de buldum tabi ki, hepsi çok çirkin hıh) dedi işte hiç haberleşmiyoruz onunla bilmiyorum valla naptığını (modern ilişkiler). o kadar zor tuttum ki kendimi "ha geçen yaz brooklyn'de bi evde oturup ny moda okulunda staj yaptı en yakın arkadaşıyla beraber, eylülde de okuluna dönmüş" dememek için. iyi ki tutmuşum. hahah.
yani ben, varlığımdan haberdar olup bizi beraber görmesine falan rağmen buna devamlı mesaj atıp buluşalım buluşalım diye taciz eden bi kızın sadece telefon numarasından adını soyadını okulunu adresini ve hatta yarı mısırlı olduğunu öğrenmiş insanım bence bunları yaptığımı bilse gözündeki kuul imajım yok olabilirdi. gerçi bence sabahları uyanıp ekmeğe yağ sürüp yediğimde falan zaten yokolmuştu o imaj ama olsun.

neyse internette biraz bakınırken amerika'da national stalking awareness month'mış geçen ay onu öğrendim. yani tamam çok sağlıklı bir şey olduğunu söylemiyorum ama bütün bu internette oluşturulan sosyal ağların insanın tamamen kendisini stalk ettirmek için yaratıldığını ve profillerin tamamen buna göre oluşturulduğunu kabul etmeyen de biraz saftır. insanlar hakkında ne konuşmak isterse onu koyuyorsun, seni nasıl görmek istediklerini düşünüyorsan ona göre düzenliyorsun her şeyini. yani açık açık insanlar sana baksın, takip etsin, bir şeyler söylesin istiyorsun. kendine vitrin yapıyorsun, dışardan nasıl görünmek istiyorsan cama onu koyuyorsun sonra da gelsinler, baksınlar, alsınlar, kabul etsinler, çok beğensinler, takdir etsinler, aferin desinler, ne kadar havalı biri bu desinler hasta olsunlar istiyorsun. aynen böyle düşünerek de inceden kendimi haklı çıkarıyorum bu stalk etme konusunda. neyse zaten zararlı bişey yaptığım yok, ona buna bakıyorum "kahretsin kız da çok güzelmiş", "ay bu da hamamböceği gibiymiş" falan diyorum, gereksizliğim tamamen kendime. hakkaten baya salak bi iş yapıyomuşum aslında şimdi yazınca farkettim, sanane eski sevgilinin eski sevgilisinin daha eski sevgilsinden töbe yarabbim.
ama pucca'nın gerçekte kim olduğunu bulup (yok orda burda yazanlar değil baya profesyonelim) fotoğrafını bulmuştum. fena kız değil. eheh.
(of baya salağım ben)

1 Mart 2011 Salı

berlin

2 sene önce bu zamanlarda (belki biraz daha şubat gibi falan) ablamla berlin'de geziyoduk. valla hiç "şimdi orda olmak vardı" falan diyemeyeceğim, bildiğin götümüz donmuştu. bütün fotoğraflarda sadece iki tane göz olarak gözüküyoruz.


zaten kışın şöyle hayvanlarla ulaşımın sağlandığı bi şehirden bahsediyoruz, niye gezmek istesin ki insan?

doğumgünü

ablam hummalı şekilde kendisine uluslararası ün getireceğini düşündüğümüz blogunu her gün 3-5 post şeklinde yazarken ben bu blog'un öylece durduğunu hatırladım. her seferinde yazmaya başlama çalışmalarım hayalkırıklığıyla son buldu. ben derdimi yazarak kesinlikle anlatamıyorum. bağırarak falan belki anca. neyse ama ablam "sen de yeni mezun maceralarını yaz işte" dedi ben de "bugün de evde pijamamla oturdum" yazmam gerekir dedim. ama neyse yani çok sıkılıyorum evde, bence iki üç şey yazsam dünya yıkılmaz.
bugün de doğumgünüm. facebook'ta en son ilkokul 5'te beni dinazor dinazoooor diye çağırıp ağlatan kızlar "cnmmmmm iyi ki doğmuşsunnn" falan yazıyorlar duvarıma. altına dinazooor diye yorum yollamak istiyorum ama sanmıyorum ki hatırlasınlar.
bi de hepsi hala birbiriyle sık görüşüyor, cidden bu bunu anlayabilmek benim için astrofizik kadar zor. haftasonları dışarı çıkıp eğleniyorlar beraber falan. canımlar gülümler havalarda uçuşuyor. ilkokul arkadaşı be o! onlar nefret edilmek için varlar, manyak mısınız?

şimdi ben asıl başka şeylerden bahsetmek istiyorum. geçen gün elif şafak'ın bastard of istanbul'unu bitirdim. (evet abla, arada kitap bitirebiliyorum.) valla açık söyleyeyim de ne kadar yüzeysel olduğumu anlayın; kitabın kapağına hasta oldum ondan okudum.
daha net bi fotoğrafını bulamadım ama penguen yayınlarının bastığı kitabın kapağı çok oryantal çok desenli çok güzel böyle pırıl pırıl. daha önce hiç okumamıştım kadının bir kitabını ama kapağı beğendim işte! daha önce bi röportajında gayet ukala bi kadın olduğunu düşünmüştüm (hala da aynısını düşünüyorum) ama ingilizce yazmasıyla ilgili söylediği bir kaç şeyi hala hatırlarım (ve maalesef toplam tanıdığım 2 kişiye devamlı anlatırım). ingilizce yazdığını çünkü ingilizcenin kendisi için çok matematiksel, çok mekanik olduğunu, böylece türkçe bir şey söylemek isterken 5 kez düşünürken ingilizce yazmak ya da söylemek istediğinde tak diye ilk aklına geleni söylediği minvalinde bir şeyler anlatmıştı. arada sırada ingilizce konuşmak ya da yazmak zorunda olanlar anlayacaklardır ne demek istediğini elif şafak'ın. arkadaşınla otururken başka birinden bahsederken aslında o kişi hakkındaki hislerinle ilgili bambaşka şeyler söylemek isterken bi anda "she's a whore" diye çıkıveriyor mesela insanın ağzından. ya da hoca sana söz verdiğinde derdini anlatırken bi anda "so, this is very stupid" diye sonlandırabiliyosun cümleni. normalde aynı lafı türkçe anlatmaya kalksan asla 60 yaşındaki hukuk profesörüne böyle bi laf etmeyeceğini biliyorsun. sana doğal olmayan bir dili ne kadar iyi kullanabilirsen kullanmaya çalışıyorsun ama olmuyor işte, "this is very stupid"e kadar gelebiliyorsun ancak, söylemek istediğini söylemek istemediğin şekilde küt diye ağzından çıkararak. elif şafak da bundan bahsediyor. sana doğal olmayan bir şeyle hayatını idame ettirmeye çalışmak çok umut kırıcı, çok moral bozucu diyor. ama kendisi bu moral bozukluğundan kendisine pay çıkardığını, dan diye aklına geleni yazdığını söylüyor. gerçekten kadına sırf bu lafları yüzünden bile saygım var. o yüzden de asıl yazdığı dilden okumak daha heyecanlıydı bence bastard of istanbul'u (baba ve piç yanee). ama yine de bu kitabı yavan olmaktan kurtarmamış. ben sen gibi birileri için değil de, hiçbir şeyden haberi olmayan ve türklerin hepsinin kebab dükkanı sahibi zanneden gevurlar için yazılmış. böyle 3000 yıldır bildiğimiz bazı şeyleri aynı bir barda gevur arkadaşına açıkladığın gibi açıklamalar falan. hem türklerin hem de yabancıların yazdığı bazı eleştirileri okudum bugün. genellikle de etkilenen yabancılar olmuş zaten, istanbul'u gezer gibi falan diye anlatmışlar. ben gezemedim istanbul'u o kitapla ama her fırsat bulduğumda "ay şimdi ne olacak acaba" diye açtım okudum. insan merak ediyor kim ne diyecek bir sonraki sayfada diye, ama sadece o kadar.

bu arada şu anda saat 8 falan ve facebook duvarıma şu ana kadar 43 kişi yazıp doğumgünümü kutlamış. bi kaçınız hariç dinazorsunuz hepiniz. özellikle orta yaşlı aktivist john'umu diğerlerinden ayırmak isterim.