28 Mart 2011 Pazartesi

yıldızsız siktir git d&r

hava ankara'da yavaş yavaş normalleşmeye başladı. ısınıyor falan ara ara. neyse geçen gün ablamla beraber tunalı'daki d&r'a gittik. kitap, film, dergi bakmaya gidilebilinecek tek yer tunalı'da. dolayısıyla bütün tunalı turlarımız genelde orda sonlanıyor eve gitmeden önce.

neyse işte bir tunalı turunu daha d&r'da sonlandıralım dedik. kitaplara bakmaya "en çok satanlar" kısmıyla başlanması üzerine tasarlanmış mağazada otomatik olarak o kısma doğru gittik. ablam kendini dekorasyon dergilerine kaptırdığı için son günlerde, kendisi o kısımdaydı. ben mal mal en çok neler satıyor diye bakarken iki adam yanımda durdular, birisi bıkbıkbıkbık bişeylerden şikayet ediyordu. hiç utanmam dinlerim hemen böyle durumlarda. adam en çok satanlar rafındaki 5. sırada olan john parkin diye bi adamın "s*ktir et" kitabına çemkiriyordu. "nasıl basmışlar böyle bir kitabı?", "ne demek bu şimdi?" (mınının amı demek), "zaten kitabı yazan yabancıymış, kitabın adı bu degildir" (ahah), "bi de utanmadan yıldız koymuşlar?" ve en güzeli "ya bi de utanmadan çok satan olmuş kitap!" (hiç utanmadan fiti fiti çok satanlar rafına yürümüş bir gece). bütün bunları söyleyen adamı baştan ayağı süzdüm durup. beyaz spor ayakkabı, kel kafa, gözlük, sümük gibi bi ceket üstünde. yani yemin ediyorum buzluğunda cenin var gibi bi tip. buzluğunda cenin yoksa da bilgisayarında scat porn olduğuna falan eminim. şimdi kalkıp da "kitaplar toplatılıyor, insanlar cezaevlerinde, sen neye takmışsın" diyen olabilir (olmaz amk, 4 kişi okuyo bloğu). varsa da o kel adamla hepsini aynı kefeye koyuyorum.

kel adamdan tiksinip, bi raf arkaya gittim mağazada. çok satanların bir raf arkası da ajandaların satıldığı bölüm. metis'in 2011 ajandası bir anda yokolmuş. duymuştum ama cidden yöh artık öyle de değildir demiştim ama öyleymiş. d&r gerçekten metis 2011 ajandalarını mağazalarından toplatmış. metis ajandaları ablam sayesinde öğrenmiştim, bu sene de bana bir tanesini hediye etti. 2011 teması "ırkçılığa, ayrımcılığa ve nefret suçlarına karşı". metis'inkiler sadece ajanda değil, içinde bir ton bilgi var, espri var, çizim var, cidden çok başarılılar. bu sene şikayet etmiş birileri, baya da sistematik yapmışlar bu şikayet işlerini ve sonunda mağaza "şikayetleri haklı bularak" toplatmış, satmıyor. niye derseniz de aşağıdaki resme bakın. 10 kasım günü ajanda sayfasının altına gelmiş, o gün için ayrılmış bölümde de bir çocuk çizimi var, "zulüm" kelimesinin üstüne işiyor. aman efendim nasıl 10 kasım'a işermiş çocuk? ya yemin ediyorum hepimiz ceninli kel adamsınız! ulan bi durup baksanıza ajandaya, o çocuk çizimi her sayfanın alt köşesinde var; ırkçılık, homofobi, şiddet falan gibi kelimelerin üzerine işiyor. her sayfada!



tabii okumak gibi bi alışkanlıkları olmadığı için bu tip kel adamların, durup bakmamışlardır ajandanın yazılı olan kısımlarında neler basmış metisçiler diye. 10 kasım sayfasında çocuk "zulüm"e işediği için pkk ajandası oluvermiş. ama biraz baksalar aslında soykırım kelimesinin tanımını verdikleri sayfada ermeni soykırımı'nı da örnek olarak vermişler holokost'un yanında. ehehe bu da size kapak olsun.

bütün bu ajanda asabiyetinin üstüne bi de yeni çıkanlar rafında pırıl pırıl duran bir "homoseksüelliği önleme rehberi" gördük. "bir psikoseksüel rahatsızlık olan homoseksüelliği anne-babalar nasıl engeller"i anlatıyormuş. yüce amon ra, sen bizi koru.

d&r, kafan çok güzel güle güle kullan demeyeceğim, direk götüne sok o kafayı sen. zira biz bıktık artık bütün bunlardan.

15 Mart 2011 Salı

"bi eczaneye gidip gelebilir miyim?" "hayır."

yine blogun karakterine uygun şekilde size fantastik yeni mezun maceralarımdan birinden bahsedeyim dedim. baya sıkılıyorum bu aralar, eğlendirecek pek bir şey de yok zaten. erimeyen karlar var hala, havanın da güzel olduğunu söyledi ablam bugün arayıp ama inanmak istemiyorum.
bir 6 ay kadar 50-55 kişinin çalıştığı bir aile şirketinde çalıştım ve bu tip şirketlerde işler nasıl yürüyor diye anlatmayı bir borç bilirim.

beni iş görüşmesine çağıran ilk şirketti bu, hem ankara'da hem de "danışmanlık" diye zerre ne yaptıklarını anlamadığım bi işle uğraştıklarından "hee gideyim de bakayım neymiş" diye iş görüşmesine gitmiştim. insan ilk iş görüşmesinde geriliyomuş ama baya, bilen bilir.

daha sonradan patronun kızı olduğunu öğreneceğim ve ofiste parmak arası terlikle dolanan gergin at uyruklu (gergin at kuyruğu = gergin insan) kadın beni konuşturduydu bi masaya oturup, neden bizle çalışmak istiyosun zart zurt. "e ama hiç deneyimin yooğğk?!" dediydi ben de stk'lardan bahsettim "stk ne demek?" diye sorduğunda içimden süphaneke demiştim zaten oralarda yaptıklarımı anlattığımda da beni zerre iplemeyip "ben gönüllü yapılan işleri işten saymıyorum" demişti. "ananı say canım" diyemiyo insan tabi.

neyse sonra asıl patronla konusturmuslardı beni, patron da baba olan işte, her şey onun etrafında dönüyor ofiste. aile şirketlerinde bu böyle maalesef, insiyatif kullanmanı isterler ama kullandığında asla takdir edilmezsin cünkü illa ki bişeyin içine sıçmışsındır onların gözünde. işi kotarmış olsan bile. çünkü 22 yaşında kalkıp iş çözmene anlam veremezler.

işe başladıktan sonra bir 3 ay falan sigortanı başlatmalarını beklememek normal bişeymiş, bunu da öğrendim. eğer isterlerse 1 ay sana maaş vermeme hakları da var; hani deneme süresi hesabı. sigorta yaptıklarında da bunu lütuf olarak gördüklerinden, aldıgınız maaş değil de asgari ücret üzerinden yapmayı bir hak biliyorlar. e bunu da bilen bilir, baya geniş bir uygulamaymış. ezik bir yeni mezun olarak bunu işe girmemle öğrenmiş oldum. çünkü ben 12 yaşındayken sabahları new york'taki bm ana binasına girerken hayal ettiğim için kendimi, bu tip küçük hesaplara kafamın basmadığını ne kadar salak bi kız çocuğu olarak büyüdüğüme bakıp anlarsınız diye umut ediyorum.

maaşınızın geri kalanını her ay sizi sırayla odasına çağıran patronun elinden bir zarf içinde alıyorsunuz. her ay o odada patronun kıpkırmızı yüzünü oflayan poflayan agzını görmemek için maaşın geri kalanını almayıp koşarak kaçmayı istemiyor değil insan. öyle bir şey ki böyle küçük şirketlerde açgözlü işverenle çalışmak; "ya patroncuğum o kadar çok seviyorum ki çalışmayı, almayayım bu ay da maaşımı ne de olsa siz de çok kazanmıyorsunuz di mi?" desen büyük memnuniyet duyacak, sırtına pat pat yapıp eve gönderecek. çünkü o patrona ve o aileye göre "asla para kazanamıyorlar", "borçlarını nasıl ödeyeceklerini düşünür" haldeler devamlı. o sebepten de patron her sene arabasını bi üst modeliyle değiştirirken, patronun bir kızının jaguar diğerinin bmw marka arabaları vardır mutlaka. çünkü hiç kazanmıyorlar. sakın unutmayın, hiç kazanmıyorlar.

hiç kazanmadıkları için patron sizin departmanınızdaki 5 kişiyi odasına toplantıya aldığında "geçinmek için bu şirkete güvenmeyin, evli olanlar kocalarına güvensin, bize değil", "aldığınız maaşları da çok alıyorsunuz zaten", "yaptığınız iş aldığınız paranın kat kat altı", "hepinizin tek tek buraya maaliyeti her ay 8 bin lira, asıl ben sizi çekiyorum" türü lafları söylemeyi kendine bir görev olarak beller. her hafta mutlaka tekrarlar.

bu tür laflar ilk başlarda grup elemanlarına "genel" şekilde yöneltilse de ilerleyen zamanlarda bizzat "şahsi" duruma gelebilir. "senin aklın yok mu? neyinle düşünüyorsun?" (tam bu anda "im thinking with my ballllssss!!!" diye bağırmak ister gönül ama tutar kendini. bkz:how not to live your life), "bi de üniversitede okumuşsun hem de iyi üniversitede okudum diyorsun, şu rezilliğine bak" vs kıvamına gelebilir, üzülmeyin. bu demektir ki yakında zaten o işi bırakacaksınız. ve gerçekten bütün samimiyetimle söylüyorum eğer bu tip bir muameleye maruz kaldıysanız size inanıyorum ki hiç bir suçunuz yok. rezil falan da değilsiniz. şahanesiniz.

ofis dedikoduları bombastiktir, sakın içine girmeyin. doğru bildiğinizi her zaman söyleyin. eğer bi işin/lafın etik dışı, zaman kaybı, özensiz, yanlış olduğunu düşünüyorsanız, o iş kimin olursa olsun, konu kimi ilgilendirirse ilgilendirsin çat diye söyleyin. tıslayan bakışlara maruz kalsanız da, rahat oluyorsunuz.



son olarak da; şu üstteki gibi işletme ders kitaplarında falan da olan fotoğraflar büyük yalan. e tabi insan biliyo bunu da, hani benden daha da saf olanlar varsa diye belirteyim dedim. iş hayatı gerçeği gergin at kuyruğu, parmak arası terlik, para kazanamayan patron üçlüsünün oluşturduğu ikizkenar bi üçgen en nihayetinde. hepimizin bildiği gibi.

her eyeliner was a glorious trap.

Bundan bi sene önce şöyle bir mesajla mail kutuma düşen bir şarkıdır bu alttaki:

"Dear Z:

I don't dance. Or, actually, I didn't dance. Until this.

Play it loud.

Yours

-a."

Gününüz mutlu olsun. (Nasılsa yarın bok gibi olucak eheh)

10 Mart 2011 Perşembe

best democracy in the world

okuduğum etrafı kanallarla çevrili küçük şehirdeki en şahane, bar tabureli, dar ve güzel müzikli pub olan seventy seven'da otururken yan taraftaki amerikalı değişim öğrencilerinin yüksek sesli muhabbetlerine maruz kalmıştık bi akşamüstü. kendi aralarında tartışırken "the US has the best democracy in the world" demişti biri daha da yüksek sesle, tartışma alevlendi falan ama tartışmanın tümü o cümlenin zeka düzeyini aşamadı. belçika biralarıyla hödük gibi sarhoş olup gittiler sonra.
bu cümle sonra baya tuttu aramızda, amerika'dan her konu açıldığında bu lafla bitirildi. geldiği eyaletteki okulunun pembe eşofman üstüyle akşamüstümüzü şenlendiren demokrasi kızına burdan sevgilerimi gönderiyorum.

neyse şimdi ben blog'un ruhuna daha uygun bi şeylerden bahsedeyim istedim. bir yeni mezun olarak fantastik maceralarımdan birini anlatayım. amerikan büyükelçiliğinde bi işe başvurdum, vize bölümünde. istedikleri çok iyi ingilizce, az biraz tecrübe falandı. iyi dedim hem ekim'de bitiyor sözleşme, tam bana göre, hem de ev 5 dakika yürüme mesafesinde. oh oh diyerek başvurdum. takriben 3 hafta sonra falan aradılar; gelin sizinle görüşelim diye. obarey diyerek panik halinde gittik sabahın köründe elçiliğe.

ankaralıların bildiği gibi bu elçilik tüm şehir planlamasını çükerten, kanunu uygulamayan bir "etraf çevirme", "binayı kale haline getirme" falan gibi özelliklere sahip. 1950lerden bir fotoğrafa denk gelmiştim, kısa çitlerle çevrili bir elçilik binası, gayet normal, şehre saygılı, sakin. şimdiki halini bilen bilir, kozmosta 5 zeynep boyunda demirler ve kaldırımdaki cübüklerle -gercekten ne diyeceğimi bilemedim o koydukları şeylere- kavaklıdere'nin saheseri gibi. orada bir elcilik oldugunu size gösteren tek şey yanından otobüsle geçerken tepede gördüğünüz amerikan bayrağı.
neyse ben sabah böylece ana elçilik binasına girmiş oldum. çantamdaki parfümü bileğime sıktırıp ses çıkararak koklamamı istediler. o gerginlikle allahtan görevlinin "ses çıkararak koklayın"dan kastının ne olduğunu anlayabildim, yoksa çok fantastik sahneler yaratabilirdim diye düşünüyorum.

benden başka 2 kişi daha vardı, bizi ingilizce sınavına aldılar. baya 100 soruluk listening, reading, vs. içeren bi kitapçık vardı. yalnız burada işe başvuranlara söylemek isterim çalışma ortamı gerçekten huzur verici gözüküyor. yani hiç bir işyeri eminim gerçekten o kadar da huzurlu değildir ama ben ayağa kalkmanın yasak olduğu bi işyerinde çalışmış biri olarak söylüyorum; kahve kokuları, kahkahalar, herkesin sana acaip sevimli davranması, devamlı gülen çalışanlar, bir saygı sevgi yumağı beni cezbetmedi desem baya yalan söylerim.

yine de binaya girerken gördüğüm devasa ama bakın resmen devasa uydu zımbırtısını görüp julian assange'ımı hatırladım, hin hin güldüm içimden. sonra kahve kokusu ve sevimli çalışanlarla hinliği unuttum, sonra kendimden utandım.

neyse efendim, bu ingilizce sınavı okulda ingilizce okumuşlar için cidden kolay. hiç dert etmeye, sıkıntı yapmaya gerek yok. 75 ve üstünü iyi ingilizce olarak görüyorlar, yani no problem! sonra da küçük bir çeviri istiyorlar sizden ve çalışacağınız departmanla ilgili bir metin veriyorlar, yani benim gibi mallık yapmayın ve sınava gitmeden hangi departmanda ne yapılıyo, o yapılan işlerin türkçesi ne bi bakın.
sınavdan 4 gün sonra falan da sınav notumu söyleyip beni mülakata çağırdılar. yalnız ben sınava girerken beni istanbul'daki konsolosluk için düşündüklerini söylediklerinde hayallerim çotank diye yıkıldı bu arada.
"neeea istanbul mu" diyemediğim için, "abla bee hiç mi olmaz ankara'da, aynı iş burda da var ama yeaa" kıvamında bişeyler sordum. aynı kibarlık ve sevimlilikle olmaz seni istanbul konsolosluk düşünüyo dediler. tüüü diyerek ve mülakat için aramamalarını dileyerek sınavdan çıkmıştım.
sonuç olarak aradılar. istinye'de ev kiralarının 2000 lira falan olduğunu da öğrendikten sonra bu maceraya girişmemeye karar verdim ve yarın olan mülakata gelemeyeceğimi maille yazdım gönderdim. o yüzden mülakat ayrıntılarını yazamayacağım burda ama sınavdan iyi notla geçenlerin bu konuda zorluk çekeceklerini düşünmüyorum.

istanbul'a gitmedim ama dünyanın en iyi demokrasisi beni mülakata çağırdı diye bile sevindim. bu da benim mal ve küçük bok dünyam işte.

3 Mart 2011 Perşembe

amansız takip

çok kötü bi huyum var ve ara ara baya takıntılı olduğumu düşünüyorum. baya baya insanları "stalk" ediyorum. (baba a.ş. gibi ingilizce kelimeleri tırnak içine al.) internetin tüm nimetlerini kullanıp o napıyo bu kim bu bunun neyi falan herşeyi öğreniyorum. kendimi durduramıyorum. ama yani oturup essay falan yazmak gerekse zaman zaman ancak işe yarayabiliyo bu yetenek, onun dışında anca eski sevgilinin daha eski sevgilisi nerde staj yapmış, üniversiteden kaç ortalamayla mezun olmuş falan gibi şeyleri bulabiliyor insan. yani elimin altında bi fbi, efendime söliim bi cia bi nasa veritabanı olsa neler yapıcam ama işte gugılla bu kadar oluyo. mesela eski sevgiliyle (öf be bi hafta içinde 1 yıllık sevgili eski sevgili oluyo hemen ne acaip) oturup konuşurken bunun doğal kızıl pislik (aslında çok güzel kız tabi ki) çirkin eski sevgilisindan konuşuyoduk. kız moda okuyo falan (yaptığı elbiseleri de buldum tabi ki, hepsi çok çirkin hıh) dedi işte hiç haberleşmiyoruz onunla bilmiyorum valla naptığını (modern ilişkiler). o kadar zor tuttum ki kendimi "ha geçen yaz brooklyn'de bi evde oturup ny moda okulunda staj yaptı en yakın arkadaşıyla beraber, eylülde de okuluna dönmüş" dememek için. iyi ki tutmuşum. hahah.
yani ben, varlığımdan haberdar olup bizi beraber görmesine falan rağmen buna devamlı mesaj atıp buluşalım buluşalım diye taciz eden bi kızın sadece telefon numarasından adını soyadını okulunu adresini ve hatta yarı mısırlı olduğunu öğrenmiş insanım bence bunları yaptığımı bilse gözündeki kuul imajım yok olabilirdi. gerçi bence sabahları uyanıp ekmeğe yağ sürüp yediğimde falan zaten yokolmuştu o imaj ama olsun.

neyse internette biraz bakınırken amerika'da national stalking awareness month'mış geçen ay onu öğrendim. yani tamam çok sağlıklı bir şey olduğunu söylemiyorum ama bütün bu internette oluşturulan sosyal ağların insanın tamamen kendisini stalk ettirmek için yaratıldığını ve profillerin tamamen buna göre oluşturulduğunu kabul etmeyen de biraz saftır. insanlar hakkında ne konuşmak isterse onu koyuyorsun, seni nasıl görmek istediklerini düşünüyorsan ona göre düzenliyorsun her şeyini. yani açık açık insanlar sana baksın, takip etsin, bir şeyler söylesin istiyorsun. kendine vitrin yapıyorsun, dışardan nasıl görünmek istiyorsan cama onu koyuyorsun sonra da gelsinler, baksınlar, alsınlar, kabul etsinler, çok beğensinler, takdir etsinler, aferin desinler, ne kadar havalı biri bu desinler hasta olsunlar istiyorsun. aynen böyle düşünerek de inceden kendimi haklı çıkarıyorum bu stalk etme konusunda. neyse zaten zararlı bişey yaptığım yok, ona buna bakıyorum "kahretsin kız da çok güzelmiş", "ay bu da hamamböceği gibiymiş" falan diyorum, gereksizliğim tamamen kendime. hakkaten baya salak bi iş yapıyomuşum aslında şimdi yazınca farkettim, sanane eski sevgilinin eski sevgilisinin daha eski sevgilsinden töbe yarabbim.
ama pucca'nın gerçekte kim olduğunu bulup (yok orda burda yazanlar değil baya profesyonelim) fotoğrafını bulmuştum. fena kız değil. eheh.
(of baya salağım ben)

1 Mart 2011 Salı

berlin

2 sene önce bu zamanlarda (belki biraz daha şubat gibi falan) ablamla berlin'de geziyoduk. valla hiç "şimdi orda olmak vardı" falan diyemeyeceğim, bildiğin götümüz donmuştu. bütün fotoğraflarda sadece iki tane göz olarak gözüküyoruz.


zaten kışın şöyle hayvanlarla ulaşımın sağlandığı bi şehirden bahsediyoruz, niye gezmek istesin ki insan?

doğumgünü

ablam hummalı şekilde kendisine uluslararası ün getireceğini düşündüğümüz blogunu her gün 3-5 post şeklinde yazarken ben bu blog'un öylece durduğunu hatırladım. her seferinde yazmaya başlama çalışmalarım hayalkırıklığıyla son buldu. ben derdimi yazarak kesinlikle anlatamıyorum. bağırarak falan belki anca. neyse ama ablam "sen de yeni mezun maceralarını yaz işte" dedi ben de "bugün de evde pijamamla oturdum" yazmam gerekir dedim. ama neyse yani çok sıkılıyorum evde, bence iki üç şey yazsam dünya yıkılmaz.
bugün de doğumgünüm. facebook'ta en son ilkokul 5'te beni dinazor dinazoooor diye çağırıp ağlatan kızlar "cnmmmmm iyi ki doğmuşsunnn" falan yazıyorlar duvarıma. altına dinazooor diye yorum yollamak istiyorum ama sanmıyorum ki hatırlasınlar.
bi de hepsi hala birbiriyle sık görüşüyor, cidden bu bunu anlayabilmek benim için astrofizik kadar zor. haftasonları dışarı çıkıp eğleniyorlar beraber falan. canımlar gülümler havalarda uçuşuyor. ilkokul arkadaşı be o! onlar nefret edilmek için varlar, manyak mısınız?

şimdi ben asıl başka şeylerden bahsetmek istiyorum. geçen gün elif şafak'ın bastard of istanbul'unu bitirdim. (evet abla, arada kitap bitirebiliyorum.) valla açık söyleyeyim de ne kadar yüzeysel olduğumu anlayın; kitabın kapağına hasta oldum ondan okudum.
daha net bi fotoğrafını bulamadım ama penguen yayınlarının bastığı kitabın kapağı çok oryantal çok desenli çok güzel böyle pırıl pırıl. daha önce hiç okumamıştım kadının bir kitabını ama kapağı beğendim işte! daha önce bi röportajında gayet ukala bi kadın olduğunu düşünmüştüm (hala da aynısını düşünüyorum) ama ingilizce yazmasıyla ilgili söylediği bir kaç şeyi hala hatırlarım (ve maalesef toplam tanıdığım 2 kişiye devamlı anlatırım). ingilizce yazdığını çünkü ingilizcenin kendisi için çok matematiksel, çok mekanik olduğunu, böylece türkçe bir şey söylemek isterken 5 kez düşünürken ingilizce yazmak ya da söylemek istediğinde tak diye ilk aklına geleni söylediği minvalinde bir şeyler anlatmıştı. arada sırada ingilizce konuşmak ya da yazmak zorunda olanlar anlayacaklardır ne demek istediğini elif şafak'ın. arkadaşınla otururken başka birinden bahsederken aslında o kişi hakkındaki hislerinle ilgili bambaşka şeyler söylemek isterken bi anda "she's a whore" diye çıkıveriyor mesela insanın ağzından. ya da hoca sana söz verdiğinde derdini anlatırken bi anda "so, this is very stupid" diye sonlandırabiliyosun cümleni. normalde aynı lafı türkçe anlatmaya kalksan asla 60 yaşındaki hukuk profesörüne böyle bi laf etmeyeceğini biliyorsun. sana doğal olmayan bir dili ne kadar iyi kullanabilirsen kullanmaya çalışıyorsun ama olmuyor işte, "this is very stupid"e kadar gelebiliyorsun ancak, söylemek istediğini söylemek istemediğin şekilde küt diye ağzından çıkararak. elif şafak da bundan bahsediyor. sana doğal olmayan bir şeyle hayatını idame ettirmeye çalışmak çok umut kırıcı, çok moral bozucu diyor. ama kendisi bu moral bozukluğundan kendisine pay çıkardığını, dan diye aklına geleni yazdığını söylüyor. gerçekten kadına sırf bu lafları yüzünden bile saygım var. o yüzden de asıl yazdığı dilden okumak daha heyecanlıydı bence bastard of istanbul'u (baba ve piç yanee). ama yine de bu kitabı yavan olmaktan kurtarmamış. ben sen gibi birileri için değil de, hiçbir şeyden haberi olmayan ve türklerin hepsinin kebab dükkanı sahibi zanneden gevurlar için yazılmış. böyle 3000 yıldır bildiğimiz bazı şeyleri aynı bir barda gevur arkadaşına açıkladığın gibi açıklamalar falan. hem türklerin hem de yabancıların yazdığı bazı eleştirileri okudum bugün. genellikle de etkilenen yabancılar olmuş zaten, istanbul'u gezer gibi falan diye anlatmışlar. ben gezemedim istanbul'u o kitapla ama her fırsat bulduğumda "ay şimdi ne olacak acaba" diye açtım okudum. insan merak ediyor kim ne diyecek bir sonraki sayfada diye, ama sadece o kadar.

bu arada şu anda saat 8 falan ve facebook duvarıma şu ana kadar 43 kişi yazıp doğumgünümü kutlamış. bi kaçınız hariç dinazorsunuz hepiniz. özellikle orta yaşlı aktivist john'umu diğerlerinden ayırmak isterim.