27 Ekim 2011 Perşembe

yes sör

Odamda internet olmadigi icin su anda kutuphanede cile dolduruyorum. Yani aslinda deli gibi calisiyor olmam gerekiyor ama tabi ki oyle bir sey olmuyor. Tam caprazimda da iki tane Turk var, ofh. O igrenc cercevesiz gozluklerinden ve sevimsiz suratindan anlamistim Turk oldugunu birinin zaten, digeri de "abi yarak gibi oldum of" deyince yanindakina hah dedim cok sukur buldum dunyanin en sevimli milletini burda da.

Calisamamamin bir diger sebebi de (35 diger sebepten biri yani) bugun arka arkaya toplam 7 saat falan konusma dinledim. Artik en sonunda kim ne diyor anlamamaya baslamistim. Dinledigim en son konusmayi Prof Sir bilmemkim yapti. Hoca bize butun acikligiyla -kendisinin burda yasayan milyorlarca insandan farkli olarak kibar olma gibi bi gayesi yok, mr.bollocks- bu kadar tasaklisi zor gelir size konusmaya, hepiniz hazir olun dediydi, biz de kos kos gittik. Irak isgalinde Ingiltere'nin bas guvenlik danismani, bilmemne zamaninda da tum ordularin komutaniymis, falan filan simdi gercekten tam seyedemiyorum cok ilgilenmedim. Yalniz 51 sayfa tutan bir yayin listesi varmis, duyunca yutkunup bi koseye comelip pantolon pacalarimi coraplarimin icine sokmak, aglamak ve sumuklerimi koluma silmek istedim.

Butun bu Irak seylerinden sonra da sovalyelik vermisler. Vealla ne yalan soyleyeyim benim hayalimdeki sovalye boyle degil, hele 450 parcalik puzzle'larda biraraya getirdigimizde ortaya cikan sovalyeler hic boyle degildi. Biraz bozuluyorum bu durumlara.


25 Ekim 2011 Salı

gece mesaisi

"Hi,

A number of rubbish bags are being left on the ground (rather than being placed in the paladin bins) in Brighthelm. This is allowing the local wildlife to split bags and spread the contents across the area. If we should find evidence of which houses are responsible charges for rubbish clearance will be passed on.

Many thanks for your co-operation with the above.

Kind regards."


Manzaram çöp bidonları olduğu için bunu ben de gördüm bir sabah. Her şey dağılıp parçalanmıştı. Ehe ehe mehe diye gülüp 45 tl'ye aldığım, marketin en ucuz ekmeğini kemirerek güne devam etmiştim. Pofuduk kuyruklu tilki gelip pıtır pıtır çöpleri karıştırmış sonra da aynı pofuduklukla ormanda kaybolmuş diye düşündüm bütün gün. Kalpçikler tilkiye. Bokçuklar da hem tehdit edip hem de işbirliği için teşekkür eden yurt sorumlusuna.

18 Ekim 2011 Salı

itlik kopukluk

Dün şehre inip fotoğraf makinası aldım. Çohmutluyum. Makinayı almam toplamda 8 dakika filan sürdü, akabinde bi yandaki H&M'in vitrinine baktııım baktıııım baktım ve "yea bence girsem girerim nolucak ki" diyip girdim. Bi şekilde kendimi tutmayı başardım ve iki atlet bi don alıp çıktım. Donun üzerinde jimnastik yapan kızlar var sanırım neden kimsenin almadığını ve 1 pound'a düştüğünü o an anlamam gerekiyordu.

Neyse sonra mal gibi şehirde gezip "şu benimmiş meğerse şimdi" diye evlere baktıktan sonra otobüse binip kendi 2 metrekarelik bej odamın gerçekliğine döndüm. Akşama doğru mutfaktan gelen sesler duyup içeri gittim karanlık basınca odasından çıkan bir hamamböceği gibi. Favori Hintlim Nisha ordaydı, beni görünce koşarak sarıldı. Tanıştığım en komik insanlardan bi tanesi, üstelik hayvan hakları aktivisti. Hindistan'da hayvan hakları hakkında çektiği belgeseller falan var ve yanında kışlık palto getirmediği için battaniyeyle gidiyor her yere. Bu bile kızı sevmem için yeterli.
Yalnız yanlarında taşıdıkları sayko bir Slovak kız var, belki kendisini sonra anlatırım. Slovakya, bazı kızların çok çapsızmış aq. Söyleyeyim dedim.

Akşam deli gibi yağmur yağdı, dolayısıyla fotoğraf makinası alırkenki yegane gayem olan "etraftaki hayvanı çekme" işi yattı, kimse uğramadı ön bahçeye. Sonra ben de gece manzaramı çekeyim dedim, çekerken ekranın karanlık yerinde bir surat gördüğümü sandım ödüm bokuma karıştı. Sonra aklıma buranın hayaletlerinin ne kadar meşhur olduğu geldi, ekrana baktım ağaçların dalları, gölgeler falan ama baya surat gibi. Küçük Vampir'deki Anton gibi brrrrrrrr diyerek fotoğraf makinasını kapattım. Sonra bi süre korkmaya devam ettim. Bugün de bilgisayara attım, bi bok yok simsiyah o surat gördüğüm yerler. Fak yu kanon, bana bi hayaleti çok gördün.



Geceyi makinanın içindeki türlü sikimsonik efekti deneyerek ve bunla eğlenerek geçirdim. Ve bundan bi kaç saat kadar önce "bari ağaç filan çekeyim gündüz" diyerek balkona çıktım (evet biraz heyecanlıyım fotoğraf (yamuk) çekebiliyorum diye, bence utanılacak bişey yok :U) Ve işte şu alttakiyle karşılaştım ön bahçemde.

Ve sonra beni farketti.


Ben usulca ürkmüşken o bi süre beni süzüp sonra "dünyayı ele geçirince kulağı didiklenecekler" listesine beni kaydettikten sonra karşıdan karşıya geçerek uzaklaştı.

4 Ekim 2011 Salı

martılar çok büyük

Bi arkadaşım yüksek lisans yapma konusunda "every butthole is doing that" demişti bi keresinde bana ve çok da haklı aslında ama bunu şu anda düşünmeyeceğim. Hemen geçiyorum.

Uzun bir süre şu anda olduğum yerde olmak için debelendim, hayatı etrafımdakilere dar ettim. Beni okuduğunu bildiğim toplam 3 kişi filan var ve onlar da biliyorlar zaten. Ama sonunda bi şekilde borç harç gelmeyi başardım en meşhur kraliçenin memleketine. 17 yaşında lisansa ilk adım attığımdan beri hakkındaki düşüncelerim "oha ne biçimmiş", "üff şuraya bak","negzel bölümler bunnar" olan okula. Bu vesileyle istediğim şeyleri yapmam için uğraşan bir ailem olduğu için kendimi ne kadar şanslı hissettiğimi de belirtmek isterim. (ühühü biraz duygulandım sanırım)

Bir 5 gün önce filan sanırım en sonunda başardım girmeyi ülkeye, ilk vize başvurum eksik belge yüzünden reddedildi kısa süre içinde panik halinde belgeleri tekrar toplayıp ikinci kere başvurduk ve en sonunda pasaport içinde vizeyle geldiğinde bu ohannes olayı ablamla küçüklü büyüklü sevinç çığlıkları ve ben heyecan çişimi henüz yapmışken ablamın 0.3 saniye içinde vodka portakalları hazırlamış olmasıyla kutladık. İki gün içinde de kendimi yollarda buldum.

İstanbul'dan Cenevre'ye uçtum önce ve tabi ben de dünyadaki yüksek sosyete bi takım insanlar hariç "yeaa isviçre ne la" kıvamında takılanlar grubuna dahil olduğum için odun gibi bindim uçağa, tabi Cenevre'ye alçalırken böyle überalles bir görüntüyle karşılaşacağımı bilemezdim. Alpler falan. (Tasvir yeteneğim burada sona eriyor.) Oharee diye bakarken bi yandan THY'nin verdiği sofistike davuk yemeğini kemirmekteydim, gerçi bi süre "acaba para alcaklar mı lan" diye düşündüm, Pegasus siktir git hayatımızdan bizi neye çevirmişsin göt. Neyse Cenevre'ye indik, dediler ki aktarma yolcuları havaalanında sola değil de sağa gitsin. O kadar karmaşık yerler olan ve uçakların filan uçmayı başardığı bu yerlerde "sola değil de sağa bacım" basitliği beni korkutuyor. Ama gittim sola değil de sağa ve uçsuz bucaksız bir bekleme salonu sonsuzluğuyla karşılaştım. Belki bi süre beklemem gerekir, sikiim çişim geldi, of çok sıcak filan diye etrafa bakınırken duvarda bi telefon gördüm etrafı sarı şeritle çevrilmiş ve büyük puntolarla "eğer aktarma için bekliyorsanız telefonu kaldırın ve bekleyin" yazıyordu. Beni gülme tuttu ama telefonu kaldırıp bekledim. Dünyanın en neşeli sesiyle telefon açıldı:
-bonjoooooour!
-eeöö telefonu kaldır diyodu kaldırdım ben de eheh
-sen zeynep misin?
-(oha)... evit (yani yis)
-tamam sen dur orda ben hemen geliyorum.

Gerçekten de 5 dakika sonra geldi sarı arabasıyla, "seni ekiceğimi düşünmedin di mi?" diyip bi de sırıttı, sanırım yaşlarımız aynı falandı. "Bir drink alır mıydık alplerin eteklerinde?" demek istedim ama uçağı kaçırırım diye demedim. Sırf ondan.
Sonra da londra uçağına kendimi attım ve iki saat arayla ikinci uçak yemeğine konmuş oldum nıhiohiha. Hatta daha da şımarıp "bi de kırmızo şorap alabölör möyöm?"lere geçtim.

Velhasıl indim Londra'ya ve inek arkeolog Simon'un üstün çabaları sayesinde gitmem gereken yerin trenine bindim. (Simon akabinde 4 gün bavulumu taşımaktan ne kadar yorulduğundan şikayet etti, gerizekalı).

Allam yareppim nolur bunu yazıyorum diye götüme sokma ama herkes o kadar sevimli ve yardımcı ki, gözlerim yaşarıyor ara ara. Hollanda'yı hiç terketmemişim gibin. Gerçi yatağım sanırım plastikten yapılma gıcırdıyor yatınca üstüne ve üzerinden kalkınca da hüzünlü bir iç çekiyor ama bunun memleketin insanlarıyla bi alakası yok.

Şehirden toplanmış artık yemek yağıyla çalışan Büyük Limon otobüsüne binip şehre inmeyi bile başardım. Bi süre yürümekten fenalık geldi ama 20 dakikalığına görebildiğim kadarıyla şehir baya sevimli olabilir. Bi kere denizi var, allaşkına üstüne başka neye gerek var ki? Saçma sapan dolanırken mega 99p store bulup kendimi evimdeymişim gibi hissettim. Bütün bu denizli şehir romantizminden kurtulup kendimi deterjan ve sabun alırken buldum. Onları da sırtıma atıp odama döndüm. Otobüsten inerken kadına "tenk yü" diyip "good evening hon!" cevabını alınca hafif bi sendelemedim değil. Geri dönüp o an uzunca sarılmak istedim dazlak otobüs şoförüne. Uzun uzun. Kadının piercingleri yüzüme batmaya başlayana kadar.

Bence dünyayı ele geçirmeye burdan başlayacaklar. Bilahare anlatıcam. Garip bi ilgi geliştirdim bu boklara karşı.

Dersler başladı falan, hayat güzel, hava soğumaya başladı. Dün en son güneş gördüğümüz günmüş sanırım. (Allam bak hayat güzel dersler güzel diyorum diye beni şeyetme lütfen :U)

Şu anda dışardan müzik sesi geliyor. Siz yurt odasında otururken uzaktan duyduğunuz sesin Kutsi'ye değil de Bloc Party'e ait olduğunu bilmek nasıl bir mutluluktur bilir misiniz?