20 Kasım 2012 Salı

argentina

“everyone wants an argentina.
a place where the slate is wiped clean.
but the truth is argentina… is just argentina.
no matter where we go, we take ourselves and our damage with us.
so is home the place we run to? or is it the place we run from?
only to hide out in places where we’re accepted, unconditionally.
places that feel more like home to us…
because we can finally be who we are.”

- dexter s07e08

21 Ağustos 2012 Salı

aylavyu

posta kutumda kart buldum bugün, ablamdan gelmiş. arkasında da bu yazıyordu:

"senden kalkıp başka ellere gidemem.
rüzgar ve kuytu, 
yağmur ve uykuyduk 
birbirimize
aklına geldikçe 
viran teknelerimde
sev beni."
-gazze, birhan keskin

birhan keskin'i çok seviyoruz ikimiz de, aramızdaki bağ özel. çok da duygulandım okuyunca yukarıdakini. her yazdığının her kelimesine bayılmıyorum ama bazen öyle şeyler yazıyor ki birhan keskin, oturup ağlamak istiyorum.

hayattaki en büyük destekçim, ne yapsam beni savunup seven ablama şu aralar en çok dinlediğim şarkıyı gönderiyorum.


12 Ağustos 2012 Pazar

haftasonu

haftasonu fena geçmedi. cuma akşamı yeni keşfettiğimiz the green door store'a gittik. eski bir depoyu bar yapmışlar. tren istasyonunun hemen arkasında olduğu için pek görünür bir yerde değil dolayısıyla çok insan keşfetmemiş henüz. yine de cumartesileri önünde kuyruk var. ama içerideki kalabalık normal brighton kalabalığı gibi değil, yaş ortalaması büyükçe (büyükçe dediğim 24-25 filan, normalde 17 olduğu için her yerde) bu da açıkçası durumu daha hoş yapıyor zira etrafa kusup kıç üstü düşen kız sayısı oldukça az.

saçaklı'yla yine buluşamadık. olmuyor da olmuyor. halbuki onu ve okul arkadaşlarını buraya götürecektik. neyse, bakalım herhalde haftaya da gideriz gibi geliyor bana.

cuma günü bu bara doğru yürürken yolda 3 herifin birini taşıdığını gördük. hepsi sarhoş, biri ayağından biri kolundan tutmuş birisini yolun ortasına taşıyorlardı. bi yandan da anıra anıra gülüyorlar. taşıdıkları baygın halde. yolun ortasına bıraktılar. üstündekilerden bir an kadın olduğunu zannettim, yola doğru koşmaya başladım. o sırada tiplerden biri yerde yatanın üzerine işemeye başladı. donup kalmışım. yaklaşınca kadın olmadığını farkettim, herif dursun diye bi şeyler demeye çalıştım ama kimsenin beni duyacak ya da anlayacak hali yoktu. bizimkiler de beni kaldırıma itti. brighton bazen böyle bir yer.

dün meteor yağmuru var dediler, deniz kenarına indik gece 1'de ancak sanırım şehrin ışıklarından olsa gerek hiçbir şey görmeye muvaffak olamadan geri döndük. eve geri dönerken de polisin yol üstündeki barlardan birinin kapısında birisini tutukladığını gördüm. 

cuma günü akşam erken saatlerde çöküp nisha'nın gösterdiği bir şeye bakayım derken lönk diye yere yapıştım kıç üstü. böylelikle ingiltere'de gece dışarı çıkıp yere çökmedim demeyeceğim. bu kızlarla en çok eğlenen ben olduğumdan bizimkiler bu anları hep kaydetti tabi. yine hakettim.

Bunlar ben değilim çünkü bu renk ayakkabı giymem için önce ölmüş olmam lazım

8 Ağustos 2012 Çarşamba

aferin canim

Masterdan sonra burada kalmaya devam edecegim gibi gozukuyor bir sure daha, bir aksilik olmazsa. Vizem Ocak'in 30una kadar. yani bir 5 ayim var tezden sonra. Bir yandan sacma sapan isler bir yandan da eli yuzu duzgun isler bakiyorum. Yani supermarket kasiyerliginden sivil toplum orgutlerinin proje asistanliklarina kadar uzanan genis bir yelpaze. Ne zaman bana tam uygun ve duzgunce bir is oluyor, tabi normal is oldugu icin en az 1 yillik oluyor. 5 aydan sonra isverenin bana sponsor olup "bu kizin bizimle calismaya devam edip burda kalmasini istiyoruz" demeleri gerekiyor. Ne zaman durumumu anlatan bir mail atsam ise basvurmadan once, hep su asagidakinin degisik versiyonlarini aliyorum:

Hi
You do need to be eligible to work in the UK and I do not think we can do a sponsorship for you,
Thanks for your enquiry.
 
Yani diyor ki, Ingiltere'de calisabiliyor olman lazim ve sana sponsor olabilecegimizi zannetmiyorum.
 
Boyle devam et Ingiltere, sen bu kafayla resesyondan falan zor cikarsin. Cikma da allahin belasi, bat da hepimiz kurtulalim. Bunu cok icten istiyorum bu aralar. Batarken de bir zamanlar yukarilara kimlerin sayesinde ciktigini hatirlarsin belki.
 
 

seven nation army

ne yalan söyleyeyim bu şarkıyı hiç o kadar ciddiye almamıştım. her barda çalınca insan zıplattığı için ne diyor şarkı diye hiç düşünmemiştim. fakat pazartesi okulun barında karaoke gecesiydi. biz de önce burun kıvırıp sonra müptelası olduk karaoke gecelerinin, her pazartesi gidiyoruz. nası bir okul barından o kadar güzel sesli insan çıkar diye şaşırıyoruz her seferinde.
çok iddiasız bir kız çıktı bu pazartesi sahneye utana sıkıla yanakları pembe pembe, seven nation army söyleyeceğim diye. biz de bekliyoruz. kız yıktı ortalığı. bu sırada da sözlerini görmüş oldum. baya güzelmiş. kızdım kendime hiç dikkat etmiyorum böyle şeylere diye.

I'm going to Wichita,
far from this opera forever more
I'm gonna work the straw, make the sweat drip out of every pore
and I'm bleeding and I'm bleeding and I'm bleeding right before the Lord
All the words are gonna bleed from me and I will think no more
and the stains coming from my blood tell me go back home


4 Ağustos 2012 Cumartesi

normay macerası

kutuphanedeyim, o sebepten turkce karakterim yok. tezin hala arastirma kisminda olmam biraz uzucu ama bu biraz benim stayla, yapacak bir sey yok. neyse simdi ara vereyim (3 dakika okuma, 25 dakika ara) ve gecen haftaki norvec anlarimi aktarayim dedim.

bi hafta kaldim, sara'nin yanina gittim. COK guzeldi. hic norvec gorecegim aklimin ucuna gelmezdi, o yuzden sara'nin aylar suren israrina en sonunda "tamam yea gelcem" dedigim icin cok mutluyum.

simdiden uyariyorum biraz gerzek bi yazi olcak onu yaptim bunu gordum diye, su anda komikli entelli yazacak durumum yok, son iq puanlarimi da tez icin saklamak istiyorum. anlayin.

sara ve erkek arkadasi P, beni hava alanindan alir almaz P'nin ailesinin dag evine goturduler. yolda cilek toplayaraktan gittik.

bunlar da cilekler:



boyle minik oluyormus norvec dag cilegi, pek guzeldi tadi hafif eksimtrak tatli.

dagda kimsesizligin gobegindeki evlerine geldik, uyuduk ve sabah uyanir uyanmaz kendimi disari atip bunu gordum:


eheheh cohguzeller. ingiliz versiyonundan daha guzel cunku kurku boyle kizilimtrak ve parlak! bizim kampusunkiler boz ayi gibi kaldi bi anda gozumde bunlarin yaninda.

sonra P zaten coktan uyanmis kahvalti filan hazirlamisti bize. ben ne oldugunu anlamadigim bi takim etleri kemirirken kahvalti diye, P masaya dagin haritasini serdi "3 tepe var onlari gezelim bugun" dedi. "ha iyi olur gezelim, nasi tepe bunlar?" diyince "tepe iste cok yuksek degil, kisa rota yaptim, olur di mi?" dedi. ben de yigitlige bok surdurmemek icin "yea olur ne demek, 4 tepe yapalim" dedim. uzerime giyeyim diye dag kiyafetleri verip ayagima da bot gecirttiler. itiraz etmeden yaptim, bi yandan da "emaaan ne ciddiye aldilar bi yuruyusu" dedim icimden, valla dedim ne yalan soyleyeyim.

sonra gordum cokafedersiniz elin seyini. yurumeye basladik, tralala diye etrafa bakinirken bi anda ayagim yere saplanmaya basladi. "NOLUYO" dememe kalmadan farkettim ki zemin yumusacik. boyle bi garip, kipir kipir, hafif sulu ama bol toprakli, ustu otla motla kapli ama baya yumusak. neyse hic bozuntuya vermeden, "ben zaten sulu toprakta dogmusum bebegim" havasinda yurumeye devam ettim. 5 dakika sonra kendimi dize kadar bataklikta buldum. nasi oldugunu da anlamadim cunku P'yi takip ediyordum, neye basarsa ona basayim diye. meger ben avalak gibi etrafa bakarken o atlamis ben de arkasindan ziplarim diye dusunmus. bi guzel girdim icine, ciktim sonra. fotograflarim cekildi. hakettim.

sonra P, onumuzdeki tepeyi gosterdi, tirmandik sonra eliyle digerini isaret etti "onu da asinca size sosis yapicam" diyerek bizi motive etti (cocukken babasi da ayni seyi sekerle yapmis P ve ablasina), sosisi duyunca tamam dedik. o sirada P hizlandi "ben su tepenin arkasina bakip geleyim guzel mi diye" dedi. ha arada yani oyle iki tepe arasi karsi kaldirimmiscasina davraniyor ama baya uzak ve tepeler de mini dag gibi. hizli hizli gitti geldi biz daha 30 adim filan anca atmistik. "evet guzelmis" dedi ama bence sirf enerji fazlasini atmak icin yapti.



diger tepeye tirmanirken yorulmaya basladim bi 2 saattir yuruyup tepe cikiyoduk, neyse ama sikayet etmedim cunku etraf cok guzeldi bir de hayatimda hic o kadar kuzeye gitmedigimi dusunup heyecanlandim cok.
bu sirada sara ve P tralala yurumeye devam ediyorlardi. bi daha iki askerle yapacagim bu tip aktivitelerde en azindan gercekci olup "yea bari 3 yerine 1 tepe yapalim" filan demeye soz verdim kendime.

neyse ama hayatta kaldim. ikinci tepeye de ciktim ve sara'yla kendimizi yere attik. o sirada P cantasindan odun kutukleri, bi sise sarap, 3 litre su, sosis, ketcap ve mayonez cikardi! yani yetmiyomus gibi bi de bunlarla yuruyomus o kadar zamandir. "gecen ay ben kesmistim bu kutukleri" diye gosterdi bize. bi de sosis yapip elimize tutusturdu. oksijeni de yiyince beynime, yedigim en lezzetli sey gibi geldi o anda.

sara isyan etti ben cikmam baska tepe diye (valla ben etmedim). boylece baska batakliga girmeden ayni yoldan eve donmus olduk. eve girince beni tebrik ettiler, valla kimi gotursek agliyo hic sikayet etmedin diye. bence kibarliklarindan yaptilar ama olsun. sonra P bize 2000 kalori harcadigimizi soyledi yaninda tasidigi bi takim aletlere bakarak. ohara.

madem 45 milyon kalori harcadik o zaman yiyelim diye kendimizi mutfaga attik. ren geyigi pisirdiler. hayatimda ilk defa yemis oldum boylece ren geyigi eti. hafif sert ama tadi guzel. ama bi daha yemem bence.

sonra P bana aile eglencelerini gosterdi. redneck gibi atis yaptim. valla yaptim, cok da eglendim ne yalan soyleyeyim. UTANMIYORUM ABLA. agaca bira tenekesi bagladilar, elime de havali bilmemne atan tufegi tutusturdu. ilkinde beceremedim ama devaminda hep tenekeyi tutturdum! ustelik ruzgar olmasina ragmen! playstation deneyimlerimin bi gun meyve verecegini biliyodum. ehere.


dagda 2 gun kalip oslo'ya gectik. cohguzel. cok kalabalik degil, insanlar guzel, limanlar guzel, evler guzel. hava da sansima guzeldi. sanirim karma puanlarim bu yolculuk meselelerine isliyo sadece; durum hakikaten oyleyse gercekten sikayetim yok.

oslo'daki gunlerin cogu gormek istedigim muzelerle gecti. superdi! national gallery sahaneymis. ne yalan soyleyeyim bir scream olur bir de baska bi kac iskandinav ressamin resimleri olur diye dusunuyordum, tam bir salagim. cok kompakt bir muzeydi, ne buyuk ne kucuk. her seyden birer ikiser ornek vardi. modigliani de vardi frans hals da vardi. hatta sevdigim judith leyster bile vardi. P en az benim kadar hevesliydi muze gezme faslinda, sara ikimizden de nefret ettigini beyan edip bir sure sonra kacti. leyster'leri rembrandt'lari konusurken 17 yy hollanda resimlerinin propogandasini yaptim P'ye, en sonundan "bunlarin print'leri filan oluyor mu satiyorlar mi?" diye soruyodu, eheheh. o da uzun uzun Munch anlatti bana, daha once Scream'i gectim hic Munch gormemistim. halbuki ne kadar guzelmis resimleri. daha onceden ilgilenmedigim icin utandim. sonra da P dedesinin oslo'nun bilinen ailelerinden geldigini ve resim topladigini, ve Munch hala yasarken resimlerini yok denecek paralara satin aldigini ama yasliligina dogru alkolik olup resimlerin hepsini sevgilisine hediye ettigini anlatti. diger akrabalarin kurtardigi bir kac resim kalmis ellerinde ama hicbiri Munch degil, aile hala her biraraya geldiginde giden resimleri konusup uzuluyormus. ben olsam ben de her gun agliyor olurdum.


bu da scream. ama asil national gallery'de olan versiyonu degil. munch'un yaptigi bi kac versiyondan bi tanesi, munch muzesi'nde sergideydi tam gittigim sirada. yani iki tane scream gormus oldum! national gallery'dekinin fotografinin cekilmesi yasak ama bunun etrafinda guvenlik gorevlisi bile yoktu, bu kadar yakindi herkes. cok garip hisler. cok acayip resimler.

scream'in onunde dikilirken sara ve P'ye, tokat'ta koyde cocuklarla yaptigim resim derslerinde bu resmi gosterip ve resmin adini soylemeyip, cocuklara bakinca ne hissettiklerini sordugumu, kiz cocuklarindan birinin "ben bir ses duyuyorum" dedigini anlattim. cok etkilendiler. ben de etkilenmistim.

asil serginin ana resmi puberty (ergenlik - 1894) idi. bunun da iki versiyonu var, biri national gallery'de. ama bu ikincisini cok uzun suredir sergiye veremiyorlarmis cunku ayakta duracak vaziyette degilmis, bi suredir restore ediliyormus. bir sure derken bir 10 sene! 10 sene sonunda ziyarete acmislar. devasa boyutlarda bir kiz cocugu, cok guzeldi, uzun uzun bakakaldim. bakakaldik hepimiz, sara da dahil!


son olarak, norveç çok pahalı. (türkçe karakter; eve geldim) o kadar pahalı ki şöyle diyeyim: marketten alacağınız bir şişe suya 7.5 tl karşılığı norveç kronu verirken normal bir kafede yiyeceğiniz düz bir sandviçe 40 tl'yi hazır edin. abartmıyorum bile üstelik. elimdeki fişlere bakıp söyledim. bu yüzden evde yemek yapmak çok yaygın, eve pizza söylemek için 5 gün önceden filan plan yapılıyor.

kendimi attığım hediyelik eşya dükkanından iki anahtarlık 5 kartpostala öküz gibi para bayılıp çıktım ama pişman değildim çünkü anahtarlık alınmadan turistik seyahat yapılamayacağına inanıyorum. sara'nın eve geri döndüğümde anahtarlıklardan birinin üstünde norway yerine normay yazdığını farkettik, sinirlerimiz bozuldu gülmekten. fak yu çayna. brighton'a döndüğümde de kendini çok becerikli hisseden ev arkadaşlarım "ya ver de düzeltelim şu anahtarlığı ne şanssızmışsın" dedi, anahtarlıktaki boncukları çıkardılar üzerinde harflerin yazılı olduğu, düzelticem derken bin parçaya ayırdılar ve toparlayamadılar. evet. kaldım elimde normay boncuklarıyla. hahah. önemli değil, herhangi bir seyahatin tüm aksiliği böyle olsun.

21 Temmuz 2012 Cumartesi

brighton, postcrossing, pulp ve olanlar

merıba. brighton'a döndüm. büyük akıllılık ederek odamı toplayıp temizleyip bırakmıştım. 16 saat yoldan gelince temiz odaya girmek süper oldu, oturup ağlayasım gelirdi yoksa. neyse akabinde hemen dağıttım zaten. hiçbir şey değişmemiş gibi oldu. evdekiler sevindiler ben gelince, sıkılmışlar zira birbirleriyle bütün gün oturmaktan. hemen dışarı çıktık, 12 gibi resmen buğulu görmeye başladım herkesi yorgunluktan, eve dönüp 11 saat filan uyudum. oh.
geçtiğimiz günlerde olanları özetleyeyim:

- angara'ya gider gitmez herkesi diyet heyecanına soktum. heyecan fırtınası 1 gün sürdü. ablamın hint ekmekleri filan yapmasıyla her şey çöküşe geçti. son gün ağzıma arka arkaya 3 büyük dilim kakaolu kek tıkıştırıyodum yola çıkmadan. ablama bana verdiği destek için teşekkür ediyorum burdan, irademin de ağzına sıçayım. gelir gelmez gidip 84798 tane yumurta aldım da içim rahatladı. kaynatır kaynatır yerim.

- sonra izmir'e gittik. bir gün denize girebildim. şimdi kuzenimi ifşa etmek istemem ama kendimi de edeceğim için bi sıkıntı görmüyorum. çeşme'ye gidip şezlonglara yayıldığımız anda eren yüzünde korku ifadesiyle "türk erkekleri kıllı derlerdi hani nerde hepsi? yeti gibi kaldım burda" dedi önümüzden bronzlaşmış yazlık amcaları geçerken. ben de "bir şişman bir kıllı hadi yürü eren bunu yapmamız lazım" dedim, birbirimize gaz vere vere denize girdik. of ya çeşme'nin denizi çok güzel. çok.
denizden çıkıp etraftaki kızlara oğlanlara baktık. eren "doğum yapabilecek kilodaysa sevmiyorum" diyip nerde yakında açlıktan ölücek ayakları besinsizlikten morarmış kız var onları beğendi. ben de daha fazla amca bronzluğu kaldıramayınca eve gitmeye karar verdik. kendisi bilmemne çorbası diyeti yapan annem akşamları böreğe boğdu bizi. (sana da teşekkürler anne)

-efes'e gittik bu arada. gerizekalı olduğumuz için yanımıza su almadan içeri girdik. bir ara gözlerim karardı, yanımdaki hollandalı turistlerin sularına falan baktım içli içli. neyse bi şekilde onu da tamamladık ölmeden. efes müzesi'ne gittik. heykellerin üzerine sinekler konuyordu ve eserlerin ne olduğunu anlatan bir çok tabela silinmişti. çok sinirlendim. yemin ederim ne müzecilikten anlıyoruz ne bişey. gerçekten hiç umrumuzda değil. bi de efes filan güyya burası. hiçbir şeyin ne olduğu okunmuyor. bir de üstüne öküz gibi para veriyorsun. sırf türkiye'de öğrenciysen indirim var, emekliye indirim yok, yabancıya müze kart yok. bi süre devlete ait türk müzesi görmek istemiyorum.
özel müze olur ama; zira pera müzesindeki goya sergisi çok heyecanlıydı. çok ufak bi paraya bir sürü goya gördük. pera olmasa şu aşağıdaki şahane şeyi zor görürdüm.

.
El sueño de la razón produce monstruosAklın uyuması canavarlar yaratır, 1797 

gördüm, mutluyum. gerçi çıkınca hepimizden bir "of ne depresifti sergi ama" yorumu gelmedi değil. o da goya'nın hakikaten söylemek istediğini söylediğini gösteriyor herhalde.

-istanbul'da verba volant hanımın yine süper ev sahipliği sayesinde çok güzel bir kaç gün geçirdik. ilk defa topkapı sarayı'na gitmiş oldum böylece. efes one love'a da götürdüler ve hatta çıkışta beni arkadaşım N'nin cehennem dibi evine bile bıraktılar. çok teşekkürler!

-pulp çok güzeldi. ÇOK güzeldi. bayıldık. ferminadaza ağladı. hem de ay gözüm yaşardı filan değil, baya ağladı. jarvis çok konuşkanmış konserde, çok sevdim bu huyunu. ilk şarkılarda "mesela biriyle tanıştınız, konuşuyorsunuz, çok da hoşlandınız, ne dersiniz ona?" diyip "would you like to dance with me?" diye kendisine cevap verip sonra şarkıyı çalmaya başladı. sonra şarkı bitince "peki dansettiniz diyelim, sonra ne olur?" dedi, ablam belli ki şarkının çalınmasını çok istiyor "babies!" diye bağırdı. şimdi ne çaldıklarını hatırlamıyorum arkasından ama babies değildi o kesin! hahaha.

bütün bu eğlenceli geçen 1 ayın ardından brighton'a gelmiş oldum böylece. havaalanına iner inmez hava 20 derece soğudu tabi ve odaya geldiğimde burnum akmaya başlamıştı soğuktan. tam o sırada da yağmur indirdi zaten. bizimkiler de "yalnız hava 19 olmuş" diyip ceketlerini heyecanla evde bırakırken ben kazak ve ceket giydim akşam çıkarken ve hala titriyordum. 45 dereceden sonra vücudum kaldıramadı galiba, hala alışmaya çalışıyorum. neyse en büyük derdim bu olsun.

gelir gelmez posta kutumda 7 tane kartpostal buldum. yaşasın post-crossing! hepsi farklı yerlerden gelmiş hepsi de çok güzel. profilimde "bana bugünlerde dinlediğiniz şarkıyı yazın, ben de dinleyeyim" demiştim, iki tanesi ciddi ciddi anlatmış neler dinlediğini, şarkı önermişler. çok sevindim. dinledim hemen ikisini de bütün akşam. böylelikle fin bir indie grubu ve bir de portekiz türküsü öğrenmiş oldum.
ilk kartları atmaya başladığımda da heyecanlıydım ama onu istemem bunu göndermeyin diyen kızlar illet etmişti. hatta ne istemediğini ayrıntılı şekilde yazan gerzek türk kızına tam da istemediği şeyi göndermiştim götlüğüne. söz de verdim kendime sırf bunu yapıcam diye. sonra posta kutumdakileri bulunca şöyle oldum:

hala ne istemediğini detaylı yazanlara çok gıcığım ama yumuşadım. son gruba çok seçip özenip gönderiyorum şimdi. hatta yıldızlı sticker bile yapıştırdım. DAHA NE YAPAYIM?
ve hatta saçma sapan şeyler listesi yapıp bunları yollayın çok güzel olur diyen belaruslu kızı 20 gündür ne atacağımı bilemediğim için bekletiyordum. en son istediği şeylerden yola çıkıp istemediğine yüzdeyüz emin olduğum kraliçe elizabeth'in nur yüzünün kartını göndermeye karar vermişken ablamın "ama baktım kız hep güzel şeyler göndermiş insanlara, yazık değil mi?" demesiyle gittim şehirden kızın istediği gibi pin-up'lı kart aldım. bunu yaptım. bi daha yapar mıyım bilmiyorum.

bu da pin-uplı kart ve diğerleri. fotoğraf makinamı ankara'da unuttuğum için laptopunkine kaldım maalesef. teknolojinin geldiği son noktayı size göstermek için aydınlıkta çektiği karanlık fotoğrafı maymunlu çerçeveyle gönderiyorum. ancak bu kadar yapabiliyor, ben de zorlamıyorum.


evet şimdilik bu kadar. tez yazmaya döndüm aslında buraya ama şimdi hiç yazılmamış bişeyden bahsetmenin anlamı yok diye düşündüm. belki acılarımı bi sonraki post'ta yazarım.

bi de bu arada efes müzesi'ndeki tabelaların resmini falan koyacaktım aslında ama makinayla beraber içindekileri de ankara'da bıraktım. o yüzden ferminadaza'dan konuyla ilgili bilimsel post bekliyorum.

9 Haziran 2012 Cumartesi

bu ne hoşluk

verba volant'ta gördüm www.annemvebabam.com, verba'anım çok güzel anlatmış zaten nedir ne değildir. sitede gezinirken aşağıdaki fotoğrafı gördüm. kadın ne güzel. uzun uzun baktım. çocukları da güzeldir eminim.

ayrıca üzerindeki elbise modelinin AYNISINI istiyorum yüzyıllardır ama elbiseler kıçı göstermezse satılmıyor sanırım, etrafta hiç böyle şeyler yok. fotoğrafı mahalle terzisine mi götürsem, ne yapsam?


7 Haziran 2012 Perşembe

oooo englaaaand

yeminle bu ingiltere beni manyak yaptı. ülke hakkındaki fikirlerim devamlı git-gel halinde. bi çok seviyorum, bi bakıyorum "allam nefret ediyorum bu insanlardan" diyorum. bugün de aynı öyle oldu. anneye bal ablaya çay almak için şehre indim. otobüste chav dediğimiz white trash takımından birbirlerine oiii oiiii diye bağırıp insanları itekleyen ergenleri gördüm öfledim. chav'ları valla seviyorum aslında. kavga çıkarmadıkları ve insanları iteklemedikleri sürece, ki bu ikisini fazlaca yapıyorlar.

sonra markete gittim her şeyin öküz gibi pahalı olmasına küfrederken "hah" dedim, "bugün nefret günü bari tadını çıkarayım" tralala fak yu inglınt diye gezinirken kasada bi amca laf attı, kasadan çıkıp durup bi de 20 dakika sohbet ettik iyi mi. benim okulun ilk açıldığı zamanlarda sosyoloji okumuş, anlattı okulun neye benzediğini o zamanlarda. "ohhh 60s, those were the days" diye bitirdi konuşmasını, bi de komikti üstüne, biraz da politically incorrect, esprilerine bozulmayıp bi de güldüm diye de çok sevindi. sonra "hadi git okuluna sen artık" diye yolladı beni. eheheh diye gittim ben de. "yeaaaa valla ne güzel yer burası aslında" dedim bütün dönüş yolu boyunca, ilk geldiğimde yaptığım gibi "bu ev benimmiş" filan yaptım. eve geldim bizimkileri mutfakta gördüm, aile sıcaklığı gibi. oturduk saatlerce.

sonra kapı çaldı, bi oğlan elinde de bira belli de az sarhoş. "fotoğraf makinası olan var mı burda, grup fotoğrafı çekmeye çalışıyoruz ama telefonda çok kötü oluyor" dedi. ben de atladım "a benim var, çekerim ben sizi sonra da mail atarım size" diye. çünkü gerizekalıyım. çıktım, hakkaten bi 10-15 tip ama küçükler, belli lisans öğrrencisi hepsi, bu hafta son haftaları. duruyolar, makinayı açtım o anda pili bitti zırt diye. "ay şimdi pili bitti, bi 10 dakika takılın burda ben şarj edip hemen geleyim" dedim bi de gülerek. OHA ağzıma sıçmadıkları kaldı. "dead battery my ass", "fuck this maaaaan", "no way, laaaaame", "dude, you suck" . KÜÇÜK PİÇ KURULARI. nası tepem attıysa ağzıma geleni söyledim tirad halinde, şimdi yazmayacağım. olmayan saygınlığımı korumak istiyorum bu blogda. dude'muş. elin 18 yaşında sümüklü bok torbaları. çok sinirlendim.

yea şimdi diceksiniz böylesi de öylesi de her yerde var dünyada ne şimdi atar gider yapıyosun, ülkenin kendisine neden faturayı çıkarıyosun. benim zekam da bi yere kadar çalışabiliyor çünkü, anlayın. beynim sadece "iyi" "kötü" "komik" "bok gibi" filan gibi şeyleri kodlamış bi kere, genişletemiyorum skalayı. 


bi de son bir iki haftadır şu diamond jubilee bokunu çekiyoruz. götümün kraliçesinin tahtta olmasının 60. yılı. içim dışım şu üstteki çirkin suratlar oldu haftalardır. neyse bugün etrafta hiç suratı ingiliz bayrağı boyalı sarhoş çıplak kız görmedim, sanırım bitti tantana. yihu.

1 Haziran 2012 Cuma

asap bozukluğu

bütün bu kürtaj meselelerini ne yalan söyleyeyim bir iki gün ciddiye almadım. he he konuşuyor işte dedim. sonra baktım yasa çıkarmaktan bahsediyorlar, bir de üstüne tecavüz edilen de doğuracak diyorlar, oturdum iki gündür ağlıyorum. ablamla konuşurken ağladım, bütün arkadaşlarıma anlatırken ağladım, şimdi yazarken de ağlıyorum. bu ülke beni çok üzüyor. istiyorum ki hiç dönmeyeyim. hiçbir şeyi bu kadar istemedim.

resmimi gönderdim. ne olacaksa artık. etrafımdakilere de söyledim, onlarınkini de göndereceğim. bu meselelerin ırkı, dini, milliyeti yok.


26 Mayıs 2012 Cumartesi

birikiüç

iskandinav bi kitapta vardı kitabın kahramanı oğlan o gün gördüğü şeyleri sıralıyordu (oha kitabı tamamen unuttum yalnız, fermina daza hatırlar şimdi), ben de öyle yapayım geçen haftadan başlayarak:

1- güneş. burda hava bir anda 12'den 25'e yükseldi, kimse ne olduğunu anlamadı. devamlı güneş tepede. elimde yün çoraplarla kalakaldım. ablamın bana sevaptır diye her sene verdiği birkenstock'larını getirmişim iyi ki, hemen giydim. hava gece 10'da kararıyor, dünyamız sarsıldı biraz ama yine de mutluyum bu durumdan. 

2- porsuk. hayatımda ilk defa porsuk gördüm. sırf kuyruğu kıçı filan değil hem de baya bir bütün olarak porsuk. jack'in balkonunda gebelek gibi yatıp güneşte kavrulurken, önümüzden geçti, hem de ağır ağır. ilk ben gördüm, çünkü devamlı "yaşasın hayvan görcem" diye alert halinde olduğum için kürk görür görmez zıpladım fakat hayatımda daha önce hiç görmediğim için "bişey geçiyo bişey var" diye bağırınca bi süre herkes manasız baktı bana. benim anırmamla hayvan fiti fiti kaçmaya başladı; sonra diğerleri farketti ve porsuk olduğunu söyleyip acıdılar bana. heyecanım kursağımda kaldı derdim ama kalmadı, 2 saat porsuktan bahsettim. "nası gördük ama di mi" diye diye. 

3- iyi insan. alex, jack'in karşı komşusu, sevimli bi kız. AA madalyaları var 8 aydır ayık olduğu için, çılgın hayat filan. seviyoruz hepimiz. abisi ziyaretine gelmiş bu haftasonu için. iyi insan'ın sözlük karşılığı gibi bu abi. bir de komik. üstelik 38 yaşındaymış ama bir anda 20ye indi bizle beraber. herkesle tek tek ilgilendi, bira getirdi, kardeşini övdü devamlı alttan alttan, anlattığımız insanları görmemiş olmasına rağmen süper dedikodu çemberine dahil oldu. lütfen beni gelişmelerden haberdar edin dedi. hepimiz çok sevdik. 
bu iyi insan bana birini hatırlattı. zaten herkese hatırlatmış. seni seviyoz fermina daza.

4- house md'nin finali. valla ne yalan söyleyeyim ömür boyu devam eder dizi diye düşünüyodum hep. uplifting bi final olucak diyodu senaristler filan, hakkaten öyle oldu. ama house'da "OHA HANANI NOLÜYO NOLDU SİMDİ OHARE" diye izlediğim finaller olduğu için buna meh demek istiyorum. ama sanırım zaten böyle bişey yapmak istemişler, neşeli biten filan. eh olmuş. 
sonra hemen gece rüyamda hugh laurie gördüm tabi ki, boynuna sarılıp ağlıyodum. tam bir gerizekalıyım. 

5- ağlamak demişken, bugün de şu aşağıdakini gördüm. ağladım, durduramadım. fak yu hormonlar. benim gibi bitchface'i ne hallere getiriyosunuz. (diğer tanıdığım bitchface'lere armağanımdır video)





21 Mayıs 2012 Pazartesi

ranting

merıba, bugün 3 şeyden bahsetmek istiyorum. birincisi avokado.

avokadoyla tanışmam anca 3 sene öncesine filan gidiyor, tropik mropik vıcık vıcık ne varsa nefret ettiğim için avokadoyu da öyle sanıp uzak durmuştum. yiyen bilir dünyanın en lezzetli şeyi halbuki. yağlı meyve. yatıp kalkıp yemek istiyorum kaşıklayıp. bi de pahalı tabi. o yüzden araştırayım dedim avokado ağacı nası bişey diye. normel boylarda güzel bi ağaca benziyor. baktım nası yetiştiriliyor diye; "o kadar kolay ki saksıda filan da olur" diye yazmışlar, bi sayfa okudum, yok köklerini saldır yok suda beklet. eyi dedim olur urla'daki eve diktiririm zorla. sonra en altına yazmışlar "yalnız meyve vermesi bi 7-10 sene alabilir" diye. FAK DİS ŞİT. yemin ederim üniversitelerin burslu doktora ilanları da böyle oluyo, her şeyi ballı şekerli yazıp en altına küçük puntolarla "sadece AB öğrencileri içindir" yazıyorlar. hislerim aynıydı avokado ağacını okuduğumda. hüsran.


ikincisi pasif-agresif ev arkadaşım.

kendisi kazakistan'ın geniş bozkırından geliyor. ilk tanıştığımdan beri hoşlanmadım zira kendisi eve adımını ilk attığında "ay iğrenç" diye başladı söze. antipatik ve devamlı şikayet ediyor. bi takım post-it'ler koyuyo oraya buraya, ne yazdığını da anlamıyorum amk, borat ingilizcesi. son bir kaç ayını da bize devamlı "beni bu evde kimse sevmiyor", "beni neden yemeğe çağırmıyorsunuz", "ben de sizinle oturmak istiyorum ama hep suratınızı asıyosunuz bana" diyerek geçirdi. oha manyak dedik ama yine de kızı her yemeğe çağırmaya başladık. bu sefer de hepsine hayır dedi odasına kaçtı. sonra geçen hafta sara'nın doğumgününü bizim evde yaptık, saat 2ye kadar filan oturuldu haliyle, müzik filan. akşamüstü çağırdık yine bunu, hayır dedi. sonra herşey bittiğinde navin'e gidip (hep de navin'e gidiyo yumuşak başlı diye) "sizi şikayet edicem" demiş. şimdi merakla şikayet etmesini bekliyorum, çünkü you little bitch, bunu yaptığın anda, the war is on.
yan odamda kalan ben'in kız arkadaşı oldu, eh yani gürültüler geliyor yandan, haftada bir gün. biz evcek toplaşıp kıkırdıyoruz. ama ben'i sevdiğimiz için bişey demedik hiç, kimsenin aklına da gelmedi bişey demek. e ayıp artık. ama pasif-agresif bi kere kapılarını yumruklayıp susmalarını emretti. pek değişen bişey olmadı, haftada bir olan bu ritüel devam etti. geçen gün beni kampüste yolda yakaladı miss kazak. ben'den çok rahatsız oluyorum bıkbık, dedim noldu. sesler geliyo odama dedi. önce "bi daha duyarsam odamda (kendisi ben'in bi üst odasında kalıyor) zıplıycam bütün gece rahatsız olsunlar diye" dedi sonra da "herkesin kendi kültürü, inancı var kimse benimkilere saygı duymuyor" dedi. OHA cidden dedi bunu ahah. neyse ben de "iyi de kimse senin yatağında bişey yapmıyor" dedim. "ama benim kendi kültürüm var, inancım var, ben bunu uygun bulmuyorum" dedi. "ha anladım, senin kültürüne uygun olmayan şeyleri başkasının kültürüne uygun olsa da sırf seninkine uymuyor diye yasaklayalım öyle mi diyosun?" dedim. bozulup gitti. göte bak sen. tabi bu böyle bitmedi, dün gece, ben'in kız yine geldi bu sefer gülüşmeler konuşmalar filan geliyor sadece. miss kazak eve girdiği gibi duydu kız ben'in odasında diye ve başlamaz mı gümgümgüm diye yürümeye evin içinde? merdivenleri öyle çıktı ve 2 saat filan gümgüm yürüdü odasında. çünkü 5 yaşında kızımız. çünkü hayatında başkalarıyla aynı evde yaşamamış. çünkü mal. çünkü kazak da demek istiyorum, ırkçıyım. allah türk ve türki'lerden korusun.

üçüncüsü jenna marbles.

jenna youtube fenomeni olmuş aslında ama ben yeni keşfettim. kendiyle çok barışık, özgüveni yüksek bi kız. vlog'u var işte youtube'da. bazı videolarına çok güldüm. sonundaki çirkin köpekli baby talk kısımını filan izlemezseniz kızı seviyosunuz bi süre sonra, yani ben sevdim. makyajsız sıradan bu kız makyajla acayip bişeye dönüşüyor bu arada, bundan da hep bahsediyor zaten. aynı zamanda da part-time gogo dansçısı, ilginizi daha da çeksin diye.


24 Nisan 2012 Salı

argan diye bişey varmış

türk kadınları bir sıvı bepanthen'le saç maskesi yapma çılgınlığına girmişler. zira buraya dönmeden bi kaç gün önce istanbul'a gittiğimde arkadaşım N'yle 10 eczane filan dolaştık, bütün eczacılar bıkkın bir şekilde "kalmadı" dediler. gerçi belki global bir saç trendi filandır, bilemiyorum. sonunda bi yerin deposunda mı ne bulduk aldık. yani allahtan kanser ilacı ne bileyim menenjit aşısı falan değil, yoksa kadınlardan korkulur, saça sürücem diye insanlığı yakarlar. ben o kadar entüziastik de değildim gerçi ama arkadaşım N'nin hastalığı dolayısıyla tırtır saçları dökülmeye başlamış. sıvı bepanthenli maske saç çıkarıyormuş diye iddialar var, o da iyi geldiğini söylüyor. daha doğrusu şöyle bir karışım: birer tüp sıvı bepanthen, sıvı e vitamini, sıvı bemiks'i susam yağıyla karıştırıp saç diplerine sürmek gerekiyormuş. ben bu karışımı yaptım baktım avuç içi kadar bişey var kasede, kafamın tepesine anca yeter. ben de boşalttım bi konserve hindistancevizi sütünü içine. kafama boca ettim bi güzel. (saç bakımına öküz yaklaşımlar). sonra 2-3 saat filan tutup yıkadım. güzel oldu, yumuşadı filan. tavsiye ederim çok. az saça sadece susam yağlı karışım da yeter bence, N öyle yapıyordu. ama kendi saçıma yetiremezmişim gibi geldi. oha çok heyecanlandım, ilk defa kız yazısı gibi bişey oldu.

ama şimdi dahası geliyor. argan argan diye duyduğum bişey vardı. argan yağı. yea kesin siz de duymuşsunuzdur.  saça çok iyi geliyor diye. bepanthen'i depolarından çıkarttığımız eczacı kadın da bize argan yağlı şampuan alın diye söylemişti. ne olduğu konusunda bi fikrim yok, bitki midir böcek midir bilmiyorum bilsem de hayatımda ne değişecek onu da bilmiyorum. ama geçen gün 1 pound'cuya gittim şehirde bok püsür almak için. ki çok seviyorum zaten gitmeyi, terapi gibi her şey 1 pound ayrıca şehrin white trash ve illegal göçmen nüfusuyla kaynaşmak için tek adres. neyse bi baktım rafta australian bodycare diye bi markanın argan'lı şampuanı. yemin ederim daha çirkin bi şişesi olamazdı ve australian diyolar ama kesin nijerya'da şişelenmiştir diye düşündüm ama yine de aldım yea nasılsa 1 pound, çok kötüyse kendi duşu olmasına rağmen bizimkini kullanan mal oda arkadaşımın şampuanına karıştırırım diye karar verdim. OHA ben hayatımda bu kadar iyi bi şampuan kullanmamıştım. bi kere kepek mepek hiç bişey kalmadı ki bunu başarabilen bi şampuan hiç olmamıştı. ayrıca saçım müthiş yumuşadı ve evsiz kadın değil de normal insan saçı gibi görünmeye başladı. yıkandıktan sonra gözlerimden yaşlar süzüldü mutluluktan. şu anda bir kısım sri lankalı göçmen, kelebek dövmeli iskoç white trash ve benim saçlarımız çok sağlıklı görünüyor. şimdi sessizce 1 pound'cuya gidip göçmen ve trash'leri alt edip rafı boşaltma planım var. allam nolur kimse almamış olsun. küçük dünyamın büyük şampuanı.

23 Nisan 2012 Pazartesi

aint nobody got time for that

mastır'ın tez kısmına gelindi. geçen cuma ilk tez semineri vardı. 147 departman mastır öğrencisini bi salona doldurup 3 saat ağzımıza sıçtılar. "zaten şimdi aranızda tezi bitiremeyen ya da bitirse bile kalan olucak baya"yla başlayan bir 3 saatin 2 saatinin sonunda kendimi tuvalette derin derin nefes alırken buldum. çıktığımda sara önümde yürüyodu "beni bekle beni bekle" diye ayı gibi bağırmamdan sonra dönüp bana baktı sen sapsarı olmuşsun noluyo diye beni bi kenara oturttu. sonra bi şekilde o son 1 saate daha katlandım ama bu hafta yine olucak o seminer o kadar canımı sıkıyor ki. gerçekten bu okuldaki en stresli bi kaç saati geçirdim, neden olduğunu da tam anlamadım. allah belanı virsin okul.

 neyse daha normel şeylere geçeyim. sara şehirde bi kızın evinin boş odasına taşındı 1 aylığına. kız king's college'dan doktoralı filan ama araştırma görevlisiyken bi kaç hafta önce işten atılmış. kronik depresif filanmış anladığım kadarıyla, duyunca üzüldüm önce. patronum bana çok kötü davrandı diye ağlıyormuş devamlı. samimi olarak üzüldüm yazık ya diye. oha banane bi daha üzülürsem nolayım, kız manyakmış meğerse. dün sara'nın evine gittik star wars izleyelim diye. hem ms. deprezyon çok seviyormuş hem de sara hiç izlememiş, hem yemek yer hem kıza arkadaş oluruz diye düşündük. bize ne halbuki. gittik önce 3 kişilik yemek yapmaya başladık, tepemize dikildi baktı gitti geldi yine gitti filan derken kız en sonunda "bu yemeğin içinde ne var, benim alerjilerim var" dedi. ben de gayet gülerek "yemekte çok şey var, senin neye alerjin var" dedim. tersledi siktirdi gitti. şimdi ayrıntılara daha çok girmeyeceğim ama bütün gecesi oflayıp puflayıp bizi tersleyerek geçirdi. o bok suratında bir gıdım insanlık yoktu allahın belası, ne nefret ettim kızdan. sara'yla star wars izlemek acayip bi deneyim oldu. zira kendisi tabi garibim 3. filmden izlemeye başladığı için milyonlarca soru sordu. yalnız normal insanlar gibi sorsa anlıycam, komando gibi sorduğu için durum hayli komikti.

-şimdi bunlar asker mi? (jedi'ları soruyor)
+yani jedi bunlar sara.
-jedi ama asker yani sonuçta.
+şövalye gibi düşün.
-o da asker
+evet asker gibi o zaman.
-anladım. peki bunların üstü kim?
+işte master jedi'lar var, anakin'in üstü onlar mesela.
-onlar da çavuş filan gibi mi oluyor?
+master oluyolar, bilmem ki (ağlamaklı)
-öyle iki tane rütbeli askerlik mi olur?
+yani aslında din gibi düşün, tapınakları filan var. biraz da ruhani bişey jedi'lık.
-bana hiç öyle gelmedi.

 2 saat ara ara bu tip diyaloglar yaşandı. sinirlerim bozuldu gülmekten. meymenetsiz kız bütün bunlar olurken devamlı gözlerini devirip ofladı. baş edilecek dert değil. kaçtım zaten ben de.

bi de bu videoya sardık. neden bilmiyorum ama her izlediğimde gözümden yaş gelene kadar gülüyorum. kadının hikayeyi 40 saniyede pop soda'dan başlayarak barbeküyle bağlayıp cizıs'la bitirmesi beni çok etkiliyor. şimdi kütüphanede yangın alarmı çalsa da "OH LORD JESUS IT'S A FIRE" diye sakince bağırsak diye bekliyoruz.

 

18 Nisan 2012 Çarşamba

apdeyt

bi ara unuttum burasını tamamen, baya da olmuş. yazayım o zaman.
bahar tatiline ankara'ya döndüm. ders çalışıp essay yazmaktan ya da yazmazken de "of şu anda yazıyo olamam lazımdı" stresinden rahat edemedim. en sonunda bu pazartesi herkes teslim etti bu dönemlik ödevleri projeleri falan da herkes rahat etti. pazar akşamından bütün çıktıları alıp tek tek dizip hazırladım her şeyi ve kendimle çok gurur duydum, sonra farkettim ki yanlış versiyonları çıkarmışım. hiç şaşırmadım. dolayısıyla pazartesi sabah gidip kütüphaneden çıktı almak zorunda kaldım. korkunç, kütüphaneye girmeye çalışanı savaşa gider gibi yolluyor herkes, kılıcın keskin gazan mübarek olsun. birbirinin üstünden atlayanlar, printerlar önünde yea o benim bu benim kavgaları, itiş kakış. neyse bi şekilde insanları itip filan hallettim. gidip teslim ettim sonra okul ofisine. okul barında da gidip sınıfın geri kalanını bulduk, akşamüstü 3'te kimse birbirini tanıyabilecek kadar ayık değildi. biz de bir iki bira içip kaçtık.
mikala'nın göçmen ev sahibi sosyal housing'e dahil olan devletin buna verdiği evi mikala'ya kiraladığı için mahkemeye filan çıkarken olan garibim mikala'ya oldu, evden çıkmak zorunda kaldı. dolayısıyla evsiz yurtsuzdu, bana geldi. sara'nın ablam geliyo diye getirdiği asker yatağı olmasa ne yapardık bilmiyorum.
zaten sara da tam essay teslim günü geldi. okuldan içeri asker sırt çantası ve botlarıyla komanda gibi girdi, burnumdan su çıktı gülerken.
ikisini de çok özlemişim.
gideyim de donarak öğle yemeği yiyeyim ikisiyle. ne akla hizmetse kışlık paltolarımı ankara'da bıraktım, yea bahar gelir buraya nasılsa diye. gelmek ne kelime bi de üstüne fırtına çıkmış. durmaksızın havada bi uğultu var. kaldım bahar ceketleriyle.
şimdilik bu kadar. ilginç bişey de olmamış pek. komando dışında. ona çok güldüm.

22 Şubat 2012 Çarşamba

hiç hoş değil

bu sabah 6da uyandım, derse gitmem lazımdı. zaten hava bok gibiydi, bi de uyanır uyanmaz penceremden polis arabasını ve polis şeridini gördüm. güzel güne başlamak için en gerekli şeyler.
normalde "aa noldu ki" filan deyip kafamı çevirirdim ama bu, bu hafta evimin önünde olan ikinci olay olduğu için neden şerit çektiklerini tahmin ettim.


geçen hafta çarşamba günü, herifin biri sabaha karşı yine şu gördüğünüz alanda bi kızı kıstırıp tecavüze kalkıştı, kız çığlık atınca kaçmış. şimdi bu sabaha karşı yine aynı şey olmuş, 4.40ta başka bi kız polisi arayıp yardım istemiş. verdikleri tarife göre adamlar aynı değil ancak durum baya korkutucu. (haberi de burda) polisin bize anlattığına göre, kızı yere yatırmış, boğuşulmuş, artık ayrıntıları söylemiyorlar ama kız nasıl durumdan sıyrıldı bilmiyorum. ya da sıyrılabildi mi onu da bilmiyorum. devamlı polis dolanıp soru soruyor, 4 civarı çığlık duydunuz mu diyorlar. 17 yaşında gerzek sarhoş ingiliz kızları bi bira içtikten sonra asla anlayamayacağım sebeplerden dolayı çok eğlenerek çığlık attıkları için imdat çığlığıyla gerzek çığlığını ayırdetmenin imkanı yok haliyle ve bu durum beni çok geriyor.
okuldan email geldi, bütün kızlar gelip tecavüz alarmlarını alsınlar diye. iyi dedim en azından bişeyler yapıyolar. demin okul barından geldim, bütün aynı gerzek kızlar tecavüz alarmlarını cırlatıyolar bar bahçesinde, olayların olduğu yerin 50 metre ilerisi falan. bu nası bi gerizekalılık anlamış değilim, anlamak da istemiyorum. bi süre sonra okuldaki 1500 tane ergen gerzek kız devamlı alarmları öttürüp eğlendiği için onlara da eğlence çığlığı muamelesi yapacağız.
biraz akıl istiyorum, biraz. allahın beyinsizleri.

12 Şubat 2012 Pazar

geç kalan kar yazısı

iki hafta önceydi heralde kar yağdığında, ya da bi 10 gün önce. gece 11 gibi falan başladı ve o andan sabah 5e kadar kampüse bir kar histerisi hakimdi. çığlık çığlığa odalarından fırlayan insanlar önlerine gelene kar topu atıp memeli kardankadınlar falan yaptılar gece boyunca. kulak tıkacımı takıp küfrederek uyudum. kar sevmiyorum, hemen aklıma üşüyüp yemek bulamayan hayvanlar geliyor. ablam "hepsinin yuvaları var" diyip 5 yaşındaymışımcasına beni avuttu ama işe yaradı. tilkiler karda avlanırmış da dedi, heralde en çok onlara sökmüyodur zaten soğuk, podufuk kuyruklar.
sabah uyandığımda böyleydi manzara.


sonra derse gitmeden balkonun kenarına bi paket ekmeği parça pinçik edip dizdim. sabahın o saatinde baya ıssızdı ortalık. kar ıssızlığı. dizip gittim. sonra geldiğimde böyle buldum:

heheheh gelmişler, debelenip bütün ekmeği yiyip gitmişler ayak izlerini bırakarak.


sonra gece kar kaplı ön bahçeye tavşanlar geldi biraz gezinip gittiler. ne yediklerini bilmiyorum, bilsem onlara da bişeyler koyucam zira bahçe hala kar kaplı ama saçma sapan bişeyler verip hayvanları zehirleyen gerizekalı olmak istemiyorum. tilkiyi bi kez daha gördüm bu sefer saat üstelik baya erkendi, şöyle bi dolanıp buralarda tır tır yine ormana doğru gözden kayboldu.

evet doğal hayat haberlerinden bugünlük bu kadar.

bi de son zamanlarda bayat diye evde yaşayanların çöpe attığı ekmekleri çöpten toplamaya başladım kuşlara vereyim diye, 30 sene sonra o kadın olucam işte.

9 Şubat 2012 Perşembe

free the children

geçen gün baya tesadüfen bir iş ilanı buldum. free the children diye kanadalı bir stk'nın londra ofisi için yeni mezun koordinatör arıyorlardı. atladım hemen. müthiş iş. neyse başvurdum ama tam zamanlı olduğu ve ben henüz öğrenci olduğum için mülakat için bile ümidim yok, ama yine de başvurdum. iş ilanıyla beraber şu alttaki promosyon videosunu da koymuşlar iki sene öncenin, hemen çok heyecanlandım. böyle şeylere heyecanlanıyorum, böyle insanlarla olmak istiyorum. oryantalist diyorum, gerizekalılar diyorum ama yine de heyecanlanıyorum. yapıcak bişey yok.

2 Şubat 2012 Perşembe

ted med

evde oturduğumda ve feysbuk'ta stalk edicek insan kalmadığında, arada TED konuşmalarını izliyorum. bi de tabi yazmam gereken ödev filan varsa bu konuşmalar daha da cazip geliyor. bizim okulda da TED konuşmaları düzenleyeceklermiş hatta görünce çok sevindim hemen kaydolayım diye sayfalarına baktım ancak motivasyon yazısı gibi bişey istediklerini farkettiğimde kaçarak uzaklaştım. öeh. ota boka motivasyon zırıltısı yazmaktan içim şişti zaten gencecik yaşımda bi de bi konuşma izleyeceğim alt tarafı oturup diye TED'e ne katabilirim diye yazamayacağım. fak of.

neyse gezinirken shawn achor diye bi adamın konuşmasına denk geldim. niye mutsuz oluyoruz, niye mutlu olmayalım ki filan temalı bi konuşma. bilhassa sonlara doğru fazla hızlı ama diyor ki kısaca başarılı olmak mutlu olmak demektir diye düşündüğümüzden mutsuz oluyoruz. o yüzden harvard öğrencileri ne kadar prestijli bi yerde okuduklarını bildikleri halde mutsuz, çünkü bir durumun içine girdiğin anda o durumla cebelleşiyorsun (dersler, sınavlar, yarış) ve aslolanı görmüyorsun. yani ben biraz öyle anladım. ve diyor ki, beyninizi mutlu olmaya eğitebilirsiniz.


bi kaç şey yapmayı öneriyor. sadece 21 gün süreyle her gün yapılırsa beyni en az bi 6-7 aylığına pozitif düşünmeye eğitiyormuşsun, makalelerinden de anladığım kadarıyla.

-her gün bi kağıda minnettar olduğun 3 şeyi yaz
-sosyal çevrende bulunan birine pozitif bir email at.
-her gün 2 dakikalığına meditasyon yapıp hiçbir şey düşünme
-son 24 saatte başına gelen güzel bir şeyi kağıda yaz (yazınca beynin bunu tekrar yaşıyor ve tekrar mutlu oluyormuş)

çok sikko duruyo di mi? bilimsel olarak güyya kanıtlanmış, insanlar pozitif olup daha verimli oluyor üstelik daha çok şey başarıyorlarmış. filan falan. böyle şeyler bana hiç inandırıcı gelmiyor ama denemeye karar verdim. (çünkü yazmam gereken essay'ler var)

sonra kağıda yazayım dedim son 24 saat içinde olan müthiş olayı. dün gece saat 3 sularında tam yatağa gitmeden penceremin önünden tilki geçti. HATTA geçmekle kalmadı geçerken dönüp bana baktı ve gözleri parladı karanlıkta. evet bu oldu. bi süredir hiç bu kadar heyecanlanmamıştım. saylanır mı bilemiyorum. durum biraz acıklı, çünkü pek bir hayatım yok.
gidip mail atçak birini bulayım. (peki buna ablam saylanır mı? 21 mail atınca kızabilir gerçi.)

25 Ocak 2012 Çarşamba

param olsa başıma bunlar gelmezdi

bugün yine şehirdeki favori mekanım 99p store'a gittim. zaten rezil bir yer, her şey her yerde ama 0.99 pound'a deterjan ve iyi şampuan alabileceğiniz tek yer. neyse dolanıyorum içerde, iki teyze bi ben aynı rafa bakıyoruz. önce teyzelerden biri beni baya hödük gibi dirsekledi raftan bişey alırken. durdum. sonra ben kolumu uzattım hafifçe aşağı raftan bişey alayım diye, o sırada aynı teyzenin koluna dokunmuş bulundum yanlışlıkla. yemin ederim dokundum ama yani, sadece temas. kadın sıçradı yerinden. baya sıçradı, sonra gözlerini dikti bana. ben de bi yandan töbe diyip bi yandan yaşlı diye sorry dedim. "you're not sorry at all!" diye cevap vermez mi. aboov. "vatdıfak is wrong with you" dedim kadına elimde şampuan. kafasını çevirdi yanındaki kadını da çekiştirerek panik halinde uzaklaştı benden. dedim ya yüzümde bişey var ya kadın düz deli. üç dakika sonra maalesef aynı koridorda tekrar karşılaştık bana bakıp yanındaki kadına lütfen beni burdan götür dedi. artık onu da duyunca sinirlerim bozuldu, o sırada başka dükkanda olan sara'yı aradım dedim gel ya vebaya yakalandım burnum düşüyo ya da burda kaçık var.
yüzümün normal olduğuna kanaat getirdik, o sırada yine 0.99 pound'a yarım kilo yeşil zeytin sattıklarını farkettim dikkatim dağıldı.
bugünüm de böyle geçti.

13 Ocak 2012 Cuma

allah belanı versin kariyer.net

hayır zaten üye olduğum günden beri kabus gibi çöktü üzerime. bir tane doğru dürüst iş ilanı yok, süper kullanışsız bir site, bir de üzerine her hafta "size uygun ilanlar" diye mail gönderiyorlar.
sadece 5 dakika önce gelen mailden alıntılıyorum bana uygun ilanları:

Yem satış asistanı (her akşam tavuk sote)
Sekreter (+19 tane daha bundan)
Baş sekreter (ouv atarlı)
Emekli polis memuru (müge anlı izliyorum şu anda bi saniye)
5188 Asistanı (işte bu en heyecanlısı)
Ofis içi servis ve temizlik görevlisi (yapmadım değil ha aslında)

ağlıcam yemin ederim.
SANA DİYORUM LAN, ADALETİN BU MU? mastır yapıyorum ben kariyer.net, ühühühühü

bi de rauf denktaş mı ölmüş nolmuş?

12 Ocak 2012 Perşembe

vindicate me baby

pazartesi sınava girdik, the sınav. o kadar insanı alacak sınıf olmadığı için spor salonunda yaptılar, kimseyi dışarı çıkarmadılar, masaya kalemden başka bişey koydurmadılar. öss'den daha korkunçtu ve benim kafam titremeye başladı sınavdan yarım saat önce her zaman olduğu gibi. tirtirtir durduramadım, yazık sınıf arkadaşlarım sakinleştirmeye çalıştı. gaz verdiler son 10 dakika. zaten insanların kendi paniklerini bu şekilde sabote ederek hayatta kalıyorum sanırım.
neyse girdik sınava, her konudan 1-2 soru çıkacak diye hepimiz biliyorduk zaten, ona göre hazırlanmıştık. genelde o sene olan olayları teoriye bağlatan sorular sorduklarını da tahmin etmiştik dolayısıyla beklediğimiz bi kaç ana tema vardı; arap baharı, libya, londra ayaklanması, ingiliz grevi, bin ladin, vs.

hatta bin ladin sorusunu o kadar bekliyodum ki o kadar olur yani, rüyalarıma gireyise kadar çalıştım.

sora sora "bin ladin'in bağımsız şekilde yargılanmayıp öldürülmesi iyi mi kötü mü oldu?" diye sordular. fak yu diyerek geçtim soruyu, 2-3 sayfalık cevap veremeyeceğim kadar götten bir soru olduğunu düşünerek. toplam 3 soru cevaplamam gerekiyordu; askeri müdahale sorusu gördüm hah dedim bunu alayım, bi de counter-insurgency, taliban filan hah dedim bunu da alayım. sonra sayfanın en altında son soruyu gördüm; libya! kalkıp elvis dansı yapmak istedim mutluluktan çünkü final essay'ini de aynı konuda yazıyorum hemen hemen, durumu biliyorum. sonra soruyu okudum:

does 2011 NATO intervention in Libya vindicate the concept of "responsibility to protect"?

gözlerim sadece nato, libya, responsibility to protect'i gördü; vuhu tamam dedim. önce ilk iki soruyu cevapladım, libya'yı sona bıraktım bir tabak sufleymişçesine. sonra geçtim libya sorusuna, dedim soruyu bi daha tam okuyayım. baktım baktım sonra gözlerim donuklaştı. vindicate ne demek? kelime kafamın içinde yankılandı yankılandı. hasktir dedim aferin zeynep tam bir gerizekalısın. bildiğim hiç bir kelimeye de benzemiyor, hiç bir anlam çıkaramıyorum kafayı yiyeceğim. bir 15 dakika beynimle boğuştuktan sonra eeeeh cevaplarım yine de ben bu soruyu dedim ve cevapladım da. soruyu cevaplarkenki adrenalimin köpekbalığıyla boğuşan birininki kadar yüksek olduğunu tahmin ediyorum. cevaplamayı bitirdiğimde de kafatasımın içinde rüzgarlar esiyodu.

çıktım dışarı insanlara ağladım vindicate ne demek ne demek bu ne demek diye. büyük çoğunluk ben de bilmiyorum dedikten sonra en son kanadalı kız bişeyler söyledi ama beynim almadı da o anda. sadece ahıııhiğoü gibi sesler çıkarıyodum. sonra sara'lar gelip "ay ne fena oldu kelimeyi mi bilmiyodun, biz de cevaplamadık vindicate ne diye anlamayınca" dediler. "yööö ben cevapladım" diyince önce bi sessizlik oldu, sara kaşlarını kaldırdı sonra sınıfın akıllısı chris "çok badass bi hareket olmuş bu yalnız" dedi. ve işte o an kendimi pencereden atmak istedim, chris bunu diyene kadar tam olarak gerizekalılığımın derecesini kavrayamamıştım, yea olur bence bu cevap diyodum ama o tepkilerden sonra anladım ki baya malım.

korkumdan hala sözlüğe bakamıyorum. allah yardımcım olsun.

6 Ocak 2012 Cuma

house

allam çalışmaktan o kadar sıkıldım ki kendimi kesmek istiyorum. o yüzden bi süre ilgisiz şeyler yapmaya karar verdim. yanımda oturan asyalı çocuk bi süredir kafası dimdik bi şekilde uyuyor, bunu nası başarıyolar hiç anlamış değilim. fotoğrafını çekip meşhur "kütüphanede uyuyan asyalı" blog'una göndermek istiyorum ama yanıma almamışım makinayı, yoksa kurtuluşu yoktu. çaktırmadan baktım bi takım management, marketing kitapları okuyor yazık, onun durumu benden de kötü.

sıkıntıdan bilgisayarımdaki dosyalarda gezinirken, dönemin son dersinde sara'yla çaktırmadan çektiğimiz fotoğrafı buldum. shane bizim bu dönemki hocamızdı, ve kızların her birinin kendisine aşık olmasının dışında bi de house md'ye benzemesi vardı. benim ilk derse yanımdaki isviçreli anakuzusuna (sonradan 28 yaşında olduğunu öğrendim anakuzusunun, ben de hayvanım) "oha ne kadar benziyo" di mi dememin, bi süre sonra sınıfın arkasından "house da bugün çok konuştu"larına dönüştüğünü görünce küçük çaplı bir zafer kazanmış gibi hissettim. nato'yla olan bağlantılarından dolayı, hocalar arasında "nato's bff" diye anılsa ve eski bir asker olsa da; gür sesi, elini masaya vurup konuşması, "bollocks, fok, shit"i bolca kullanması ve dediğin şeyler dünya saçması olsa bile kafasını sallayıp "evet çok haklısın" demesiyle hepimizin gönlünde taht kurdu, bütün kızların kalbini çaldı şeyn.


arkada duran mor kazaklı kız da macar ve konuşmaya başladı mı asla ama ASLA susmak bilmiyordu. allam lütfen bi daha beni o kızla aynı sınıfa koyma, nolursun, masaya çıkıp donumu indirip bağırarak britney spears şarkısı söyleyip kızın kafasına doğru uçan tekme attığımı düşünüyorum her konuşmaya başladığında. akıl sağlım neye uğradığını şaşırıyor.


4 Ocak 2012 Çarşamba

back to the fuckery

krismıs tatilimi duvarlara konuşarak ve grey's anatomy izleyerek geçirdikten sonra büyük sınava 10 gün kaldığını farkettim. farkedip strese girip bi 5 günü daha mutsuz olup daha çok grey's anatomy izleyip patates püresi yiyerek geçirdim. bugün sadece 5 günüm kaldığını farkettim, tam biraz çalışayım bari demişken nato sara'nın biraz önce kampüse döndüğünü öğrendim, bize geldi çay içtik ve komik krismıs anılarını anlattı. önce "vay be ne eğlenmişsin ben kendi kendime konuşmaya başlamıştım" dedim ki o da bana bütün bu eğlence/yemek/aile üçlüsünden sonra bütün sınav/essay şeysini üzerinden atmak için günde bi paket sigara içtiğini anlattı. iyi dedim bi ben değilim "mutsuz ol-çalışma-gelecek hakkında panikle-işe yaramaz hisset" kısır döngüsünün tek kurbanı. kuzeninin krismıs gecesi of çok yedim galiba karnım ağrıyo dedikten yarım saat sonra doğum yapmasına falan güldükten sonra giderken "yarın sabah 8.45te kütüphanenin önünde" diye emretmesiyle kendime geldim. sınava 5 gün kala kendimi nato sara'nın ellerine teslim edeceğim. işe yaramasını umuyorum.

sonra bunu buldum internette. eheh yea evet bu doğru bence de evet diye düşünürken hayatta bu şekilde olup tanıdığım 3-5 kişinin gerizekalı, kuş beyinli ve sümsük olduklarını hatırladım. ne bok yiyeceğini bilmemekle hangi boku yemek istediğini bilip nası yapacağını bilmeyen insanların arasında fark var.

o yüzden bununla bitirmek istiyorum. tenk yu.