21 Ağustos 2012 Salı

aylavyu

posta kutumda kart buldum bugün, ablamdan gelmiş. arkasında da bu yazıyordu:

"senden kalkıp başka ellere gidemem.
rüzgar ve kuytu, 
yağmur ve uykuyduk 
birbirimize
aklına geldikçe 
viran teknelerimde
sev beni."
-gazze, birhan keskin

birhan keskin'i çok seviyoruz ikimiz de, aramızdaki bağ özel. çok da duygulandım okuyunca yukarıdakini. her yazdığının her kelimesine bayılmıyorum ama bazen öyle şeyler yazıyor ki birhan keskin, oturup ağlamak istiyorum.

hayattaki en büyük destekçim, ne yapsam beni savunup seven ablama şu aralar en çok dinlediğim şarkıyı gönderiyorum.


12 Ağustos 2012 Pazar

haftasonu

haftasonu fena geçmedi. cuma akşamı yeni keşfettiğimiz the green door store'a gittik. eski bir depoyu bar yapmışlar. tren istasyonunun hemen arkasında olduğu için pek görünür bir yerde değil dolayısıyla çok insan keşfetmemiş henüz. yine de cumartesileri önünde kuyruk var. ama içerideki kalabalık normal brighton kalabalığı gibi değil, yaş ortalaması büyükçe (büyükçe dediğim 24-25 filan, normalde 17 olduğu için her yerde) bu da açıkçası durumu daha hoş yapıyor zira etrafa kusup kıç üstü düşen kız sayısı oldukça az.

saçaklı'yla yine buluşamadık. olmuyor da olmuyor. halbuki onu ve okul arkadaşlarını buraya götürecektik. neyse, bakalım herhalde haftaya da gideriz gibi geliyor bana.

cuma günü bu bara doğru yürürken yolda 3 herifin birini taşıdığını gördük. hepsi sarhoş, biri ayağından biri kolundan tutmuş birisini yolun ortasına taşıyorlardı. bi yandan da anıra anıra gülüyorlar. taşıdıkları baygın halde. yolun ortasına bıraktılar. üstündekilerden bir an kadın olduğunu zannettim, yola doğru koşmaya başladım. o sırada tiplerden biri yerde yatanın üzerine işemeye başladı. donup kalmışım. yaklaşınca kadın olmadığını farkettim, herif dursun diye bi şeyler demeye çalıştım ama kimsenin beni duyacak ya da anlayacak hali yoktu. bizimkiler de beni kaldırıma itti. brighton bazen böyle bir yer.

dün meteor yağmuru var dediler, deniz kenarına indik gece 1'de ancak sanırım şehrin ışıklarından olsa gerek hiçbir şey görmeye muvaffak olamadan geri döndük. eve geri dönerken de polisin yol üstündeki barlardan birinin kapısında birisini tutukladığını gördüm. 

cuma günü akşam erken saatlerde çöküp nisha'nın gösterdiği bir şeye bakayım derken lönk diye yere yapıştım kıç üstü. böylelikle ingiltere'de gece dışarı çıkıp yere çökmedim demeyeceğim. bu kızlarla en çok eğlenen ben olduğumdan bizimkiler bu anları hep kaydetti tabi. yine hakettim.

Bunlar ben değilim çünkü bu renk ayakkabı giymem için önce ölmüş olmam lazım

8 Ağustos 2012 Çarşamba

aferin canim

Masterdan sonra burada kalmaya devam edecegim gibi gozukuyor bir sure daha, bir aksilik olmazsa. Vizem Ocak'in 30una kadar. yani bir 5 ayim var tezden sonra. Bir yandan sacma sapan isler bir yandan da eli yuzu duzgun isler bakiyorum. Yani supermarket kasiyerliginden sivil toplum orgutlerinin proje asistanliklarina kadar uzanan genis bir yelpaze. Ne zaman bana tam uygun ve duzgunce bir is oluyor, tabi normal is oldugu icin en az 1 yillik oluyor. 5 aydan sonra isverenin bana sponsor olup "bu kizin bizimle calismaya devam edip burda kalmasini istiyoruz" demeleri gerekiyor. Ne zaman durumumu anlatan bir mail atsam ise basvurmadan once, hep su asagidakinin degisik versiyonlarini aliyorum:

Hi
You do need to be eligible to work in the UK and I do not think we can do a sponsorship for you,
Thanks for your enquiry.
 
Yani diyor ki, Ingiltere'de calisabiliyor olman lazim ve sana sponsor olabilecegimizi zannetmiyorum.
 
Boyle devam et Ingiltere, sen bu kafayla resesyondan falan zor cikarsin. Cikma da allahin belasi, bat da hepimiz kurtulalim. Bunu cok icten istiyorum bu aralar. Batarken de bir zamanlar yukarilara kimlerin sayesinde ciktigini hatirlarsin belki.
 
 

seven nation army

ne yalan söyleyeyim bu şarkıyı hiç o kadar ciddiye almamıştım. her barda çalınca insan zıplattığı için ne diyor şarkı diye hiç düşünmemiştim. fakat pazartesi okulun barında karaoke gecesiydi. biz de önce burun kıvırıp sonra müptelası olduk karaoke gecelerinin, her pazartesi gidiyoruz. nası bir okul barından o kadar güzel sesli insan çıkar diye şaşırıyoruz her seferinde.
çok iddiasız bir kız çıktı bu pazartesi sahneye utana sıkıla yanakları pembe pembe, seven nation army söyleyeceğim diye. biz de bekliyoruz. kız yıktı ortalığı. bu sırada da sözlerini görmüş oldum. baya güzelmiş. kızdım kendime hiç dikkat etmiyorum böyle şeylere diye.

I'm going to Wichita,
far from this opera forever more
I'm gonna work the straw, make the sweat drip out of every pore
and I'm bleeding and I'm bleeding and I'm bleeding right before the Lord
All the words are gonna bleed from me and I will think no more
and the stains coming from my blood tell me go back home


4 Ağustos 2012 Cumartesi

normay macerası

kutuphanedeyim, o sebepten turkce karakterim yok. tezin hala arastirma kisminda olmam biraz uzucu ama bu biraz benim stayla, yapacak bir sey yok. neyse simdi ara vereyim (3 dakika okuma, 25 dakika ara) ve gecen haftaki norvec anlarimi aktarayim dedim.

bi hafta kaldim, sara'nin yanina gittim. COK guzeldi. hic norvec gorecegim aklimin ucuna gelmezdi, o yuzden sara'nin aylar suren israrina en sonunda "tamam yea gelcem" dedigim icin cok mutluyum.

simdiden uyariyorum biraz gerzek bi yazi olcak onu yaptim bunu gordum diye, su anda komikli entelli yazacak durumum yok, son iq puanlarimi da tez icin saklamak istiyorum. anlayin.

sara ve erkek arkadasi P, beni hava alanindan alir almaz P'nin ailesinin dag evine goturduler. yolda cilek toplayaraktan gittik.

bunlar da cilekler:



boyle minik oluyormus norvec dag cilegi, pek guzeldi tadi hafif eksimtrak tatli.

dagda kimsesizligin gobegindeki evlerine geldik, uyuduk ve sabah uyanir uyanmaz kendimi disari atip bunu gordum:


eheheh cohguzeller. ingiliz versiyonundan daha guzel cunku kurku boyle kizilimtrak ve parlak! bizim kampusunkiler boz ayi gibi kaldi bi anda gozumde bunlarin yaninda.

sonra P zaten coktan uyanmis kahvalti filan hazirlamisti bize. ben ne oldugunu anlamadigim bi takim etleri kemirirken kahvalti diye, P masaya dagin haritasini serdi "3 tepe var onlari gezelim bugun" dedi. "ha iyi olur gezelim, nasi tepe bunlar?" diyince "tepe iste cok yuksek degil, kisa rota yaptim, olur di mi?" dedi. ben de yigitlige bok surdurmemek icin "yea olur ne demek, 4 tepe yapalim" dedim. uzerime giyeyim diye dag kiyafetleri verip ayagima da bot gecirttiler. itiraz etmeden yaptim, bi yandan da "emaaan ne ciddiye aldilar bi yuruyusu" dedim icimden, valla dedim ne yalan soyleyeyim.

sonra gordum cokafedersiniz elin seyini. yurumeye basladik, tralala diye etrafa bakinirken bi anda ayagim yere saplanmaya basladi. "NOLUYO" dememe kalmadan farkettim ki zemin yumusacik. boyle bi garip, kipir kipir, hafif sulu ama bol toprakli, ustu otla motla kapli ama baya yumusak. neyse hic bozuntuya vermeden, "ben zaten sulu toprakta dogmusum bebegim" havasinda yurumeye devam ettim. 5 dakika sonra kendimi dize kadar bataklikta buldum. nasi oldugunu da anlamadim cunku P'yi takip ediyordum, neye basarsa ona basayim diye. meger ben avalak gibi etrafa bakarken o atlamis ben de arkasindan ziplarim diye dusunmus. bi guzel girdim icine, ciktim sonra. fotograflarim cekildi. hakettim.

sonra P, onumuzdeki tepeyi gosterdi, tirmandik sonra eliyle digerini isaret etti "onu da asinca size sosis yapicam" diyerek bizi motive etti (cocukken babasi da ayni seyi sekerle yapmis P ve ablasina), sosisi duyunca tamam dedik. o sirada P hizlandi "ben su tepenin arkasina bakip geleyim guzel mi diye" dedi. ha arada yani oyle iki tepe arasi karsi kaldirimmiscasina davraniyor ama baya uzak ve tepeler de mini dag gibi. hizli hizli gitti geldi biz daha 30 adim filan anca atmistik. "evet guzelmis" dedi ama bence sirf enerji fazlasini atmak icin yapti.



diger tepeye tirmanirken yorulmaya basladim bi 2 saattir yuruyup tepe cikiyoduk, neyse ama sikayet etmedim cunku etraf cok guzeldi bir de hayatimda hic o kadar kuzeye gitmedigimi dusunup heyecanlandim cok.
bu sirada sara ve P tralala yurumeye devam ediyorlardi. bi daha iki askerle yapacagim bu tip aktivitelerde en azindan gercekci olup "yea bari 3 yerine 1 tepe yapalim" filan demeye soz verdim kendime.

neyse ama hayatta kaldim. ikinci tepeye de ciktim ve sara'yla kendimizi yere attik. o sirada P cantasindan odun kutukleri, bi sise sarap, 3 litre su, sosis, ketcap ve mayonez cikardi! yani yetmiyomus gibi bi de bunlarla yuruyomus o kadar zamandir. "gecen ay ben kesmistim bu kutukleri" diye gosterdi bize. bi de sosis yapip elimize tutusturdu. oksijeni de yiyince beynime, yedigim en lezzetli sey gibi geldi o anda.

sara isyan etti ben cikmam baska tepe diye (valla ben etmedim). boylece baska batakliga girmeden ayni yoldan eve donmus olduk. eve girince beni tebrik ettiler, valla kimi gotursek agliyo hic sikayet etmedin diye. bence kibarliklarindan yaptilar ama olsun. sonra P bize 2000 kalori harcadigimizi soyledi yaninda tasidigi bi takim aletlere bakarak. ohara.

madem 45 milyon kalori harcadik o zaman yiyelim diye kendimizi mutfaga attik. ren geyigi pisirdiler. hayatimda ilk defa yemis oldum boylece ren geyigi eti. hafif sert ama tadi guzel. ama bi daha yemem bence.

sonra P bana aile eglencelerini gosterdi. redneck gibi atis yaptim. valla yaptim, cok da eglendim ne yalan soyleyeyim. UTANMIYORUM ABLA. agaca bira tenekesi bagladilar, elime de havali bilmemne atan tufegi tutusturdu. ilkinde beceremedim ama devaminda hep tenekeyi tutturdum! ustelik ruzgar olmasina ragmen! playstation deneyimlerimin bi gun meyve verecegini biliyodum. ehere.


dagda 2 gun kalip oslo'ya gectik. cohguzel. cok kalabalik degil, insanlar guzel, limanlar guzel, evler guzel. hava da sansima guzeldi. sanirim karma puanlarim bu yolculuk meselelerine isliyo sadece; durum hakikaten oyleyse gercekten sikayetim yok.

oslo'daki gunlerin cogu gormek istedigim muzelerle gecti. superdi! national gallery sahaneymis. ne yalan soyleyeyim bir scream olur bir de baska bi kac iskandinav ressamin resimleri olur diye dusunuyordum, tam bir salagim. cok kompakt bir muzeydi, ne buyuk ne kucuk. her seyden birer ikiser ornek vardi. modigliani de vardi frans hals da vardi. hatta sevdigim judith leyster bile vardi. P en az benim kadar hevesliydi muze gezme faslinda, sara ikimizden de nefret ettigini beyan edip bir sure sonra kacti. leyster'leri rembrandt'lari konusurken 17 yy hollanda resimlerinin propogandasini yaptim P'ye, en sonundan "bunlarin print'leri filan oluyor mu satiyorlar mi?" diye soruyodu, eheheh. o da uzun uzun Munch anlatti bana, daha once Scream'i gectim hic Munch gormemistim. halbuki ne kadar guzelmis resimleri. daha onceden ilgilenmedigim icin utandim. sonra da P dedesinin oslo'nun bilinen ailelerinden geldigini ve resim topladigini, ve Munch hala yasarken resimlerini yok denecek paralara satin aldigini ama yasliligina dogru alkolik olup resimlerin hepsini sevgilisine hediye ettigini anlatti. diger akrabalarin kurtardigi bir kac resim kalmis ellerinde ama hicbiri Munch degil, aile hala her biraraya geldiginde giden resimleri konusup uzuluyormus. ben olsam ben de her gun agliyor olurdum.


bu da scream. ama asil national gallery'de olan versiyonu degil. munch'un yaptigi bi kac versiyondan bi tanesi, munch muzesi'nde sergideydi tam gittigim sirada. yani iki tane scream gormus oldum! national gallery'dekinin fotografinin cekilmesi yasak ama bunun etrafinda guvenlik gorevlisi bile yoktu, bu kadar yakindi herkes. cok garip hisler. cok acayip resimler.

scream'in onunde dikilirken sara ve P'ye, tokat'ta koyde cocuklarla yaptigim resim derslerinde bu resmi gosterip ve resmin adini soylemeyip, cocuklara bakinca ne hissettiklerini sordugumu, kiz cocuklarindan birinin "ben bir ses duyuyorum" dedigini anlattim. cok etkilendiler. ben de etkilenmistim.

asil serginin ana resmi puberty (ergenlik - 1894) idi. bunun da iki versiyonu var, biri national gallery'de. ama bu ikincisini cok uzun suredir sergiye veremiyorlarmis cunku ayakta duracak vaziyette degilmis, bi suredir restore ediliyormus. bir sure derken bir 10 sene! 10 sene sonunda ziyarete acmislar. devasa boyutlarda bir kiz cocugu, cok guzeldi, uzun uzun bakakaldim. bakakaldik hepimiz, sara da dahil!


son olarak, norveç çok pahalı. (türkçe karakter; eve geldim) o kadar pahalı ki şöyle diyeyim: marketten alacağınız bir şişe suya 7.5 tl karşılığı norveç kronu verirken normal bir kafede yiyeceğiniz düz bir sandviçe 40 tl'yi hazır edin. abartmıyorum bile üstelik. elimdeki fişlere bakıp söyledim. bu yüzden evde yemek yapmak çok yaygın, eve pizza söylemek için 5 gün önceden filan plan yapılıyor.

kendimi attığım hediyelik eşya dükkanından iki anahtarlık 5 kartpostala öküz gibi para bayılıp çıktım ama pişman değildim çünkü anahtarlık alınmadan turistik seyahat yapılamayacağına inanıyorum. sara'nın eve geri döndüğümde anahtarlıklardan birinin üstünde norway yerine normay yazdığını farkettik, sinirlerimiz bozuldu gülmekten. fak yu çayna. brighton'a döndüğümde de kendini çok becerikli hisseden ev arkadaşlarım "ya ver de düzeltelim şu anahtarlığı ne şanssızmışsın" dedi, anahtarlıktaki boncukları çıkardılar üzerinde harflerin yazılı olduğu, düzelticem derken bin parçaya ayırdılar ve toparlayamadılar. evet. kaldım elimde normay boncuklarıyla. hahah. önemli değil, herhangi bir seyahatin tüm aksiliği böyle olsun.