20 Mayıs 2011 Cuma

Rembrandt da içerdi

Karamelli vodka. Rembrandt da içermiş. Ya da en azından istanbul'un bir barının menüsünde bu şekilde yazıyordu. Gerçekten karamelli vodka içer miydi bilmiyorum ama bir çok ressamdan daha acayip bir hayat sürdürdüğüne eminim.

Bir kaç sene önce, okulda aldığım 17.yy Hollanda sanatı dersi için bize seminer vermeye Jan Six XI diye bir adam gelicek dedi hocamız. Kıkırdadık sınıfça, 11. Jan mı? nası yani? diye. Hoca da yarın görüşürüz demişti burnunu kaldırarak. Sonra görünce aldık tabi ağzımızın payını, gerçekten bir 11. Jan vardı karşımızda. Jan Six ailesi, hollanda'nın en ünlü ailelerinden biri. bütün üyelerinin hollanda tarihinde yeri var. Asıl Jan Six, Hollanda'nın en parlak zamanlarını yaşadığı 1600lerde Amsterdam'ı yönetiyor. (Bir diğer Six ailesi üyesi de arkeolojiyi Hollanda'ya ilk getirenlerden mesela, ilgililere duyrulur) Müthiş bir malvarlığı ve müthiş bir sanat tutkusu. Ailenin yüzyıllardır yaşadığı Amstel nehrinin kenarındaki evde aklınıza gelebilecek her türlü ressamın eseri var. Ama bir de daha güzeli, bir Rembrandt var o koridorlarda. Hem de Jan Six'i resmettiği.



Yukarıda gördüğünüz beyefendi 11. Jan Six, arkadaki de büyük dede asıl Jan Six'in Rembrandt tarafından yapılan portresi. Resmin bugünkü değeri 150 milyon euro olarak söyleniyor ama 11. Jan, buna poposuyla gülüyor. Gülmesinin de bir nedeni var, biliyor da gülüyor. 11. Jan, Sotheby's Amsterdam'ın başındaki adam. 17. yy Hollanda resimleri uzmanı (Old Masters da deniyor bu resimlerin genre'ı için). Daha ziyade bir Rembrandt uzmanı olarak da tanınıyor; yeni bir resmini falan da keşfetti hatta, bir ailenin çatı katında. Küçük çaplı bir celebrity yani aslında. Çocukken evlerinin koridorlarında top oynarken etraflarının Boticelli'ler, Van Gogh'lar, Hals'lar, Rembrandt'larla dolu olduğunu, resimlere top çarpıcak diye annelerinin bunlara bağırdığını falan anlattı bize de bütün bunların yanında. İşte bir böyle çocukluk geçirenler var; bir de çocukken sümüğü akan, sokakta dizlerini yaran tas kafa ben varım.

11. Jan, bizi hikayesini ve Rembrandt'ı anlattığı 3 saat boyunca sanırım hipnoz etkisi altına falan aldı. Zira bi ara sınıfa baktığımda herkesin ağzı hafifçe aralanmış mal gibi adama bakıyordu. Zaten sanırım ders J.Ö-J.S diye ayrıldı Jan'dan sonra. Sınıfın kızlarının Jan'lı fantazilerini anlattığı ders araları dönem sonuna kadar sürdü. (Bunlara ben de dahil olmuş olabilirim, neyse)

Her şeyden öte, Rembrandt'ı hiç böyle uzun uzun düşünmemiştim, resimlerine öyle bakmamıştım. 11. Jan, bunu yaptırdı bize ve hiç görmeyi başaramadığımız şeyler gösterdi. Hayat bazen böyle küçük şeylerle değişebiliyor. Sadece "enee Rembrandt, pahalı güzel falan"dan geçip neden "güzel" olduğunu anlayabiliyorsunuz. Şimdi ben burda bunu yapmaya kalkışmayacağım tabi ki, patlarım zaten. Ama Rembrant gerçekten üzerinde daha çok konuşulması, yazılması, düşünülmesi gereken bir ressam. Bundan 500 sene önce yaşamış olsa da. "Kendi gibi olmak istediği, kendi tarzından ödün vermeyi reddettiği için yokluk içinde ölen ressam" kavramının ilk örneklerinden. En güzellerinden. Bir duyguyu basit bir fırça darbesiyle en güzel anlatanlardan.





Yukarıdaki detay, 1659'da yaptığı oto-portreden. Bu göz detayında Rembrandt, 72 fırça darbesi kullanıyor. Kaş, kirpik, göz, gözbebeği resmediyor. Ama hepsinden daha güzeli, bir duyguyu resmedebiliyor. Bakınca o an ne hissediyorsa siz de hissediyorsunuz (hissedemiyorsanız kendinizi vurun zaten, klozete falan düşün). Aynı zamanda da tam bu yıllarda, resimlerinin artık istenmediğini, karısının ve 3 çocuğunun aynı zamanlarda öldüğünü, yokluğun derinliklerinde olduğunu bildiğinizde her şey daha da manalı bir hale geliyor. Bu yaptığı son oto-portrelerinden. Yaşadığı müthiş ihtişamlı hayatın izleri tek tek belli oluyor yüzünün her köşesinde. Bu dönemlerde resimleri gittikçe daha karanlıklaşıyor, ışık azalıyor. Resmettiği bütün duygular garip bir şekilde daha da yoğunlaşıyor. Bana sorarsanız, hiç birinde mutluluk kalmıyor.



Şimdi Jan Six'i bir kenara bırakırsak; Retun of the Prodigal Son'ı görüyorsunuz yukarda (Müsrif erkek çocuğunun geri dönüşü falan gibi çevirebiliriz sanırım). Prodigal son, İncil'deki hikayelerden. Babasından kendi payına düşen malvarlığını isteyip, daha sonra bunu son kuruşuna kadar fahişelerle, kumarla, içkiyle harcayan evin küçük erkek çocuğunun eve, babasına "beni de kölelerinden biri yap" diyerek geri dönmesi ve babası tarafından kucaklanıp kabul edilmesini anlatıyor. Rembrandt da bu hikayenin "geri dönüş" kısmını alıyor, bütün zerafetiyle resmediyor. Sanırım hayatımda gördüğüm en güzel resimlerden bir tanesi. Bütün parasını tüketmiş, yıllarını ailesinden ayrı geçirmiş bir çocuğun babasına geri dönüşü ve af dilemesi. Babanın bütün cömertliğiyle onu gururlu bir şekilde bağrına basması. Bu, Rembrandt'ın yaptığı son resim. Bitirdikten bir süre sonra ölüyor. Bize bir "son resim nasıl olur"u ve ondan daha fazlasını anlatıyor aslında. Hayatın ona verebileceği bütün ihtişamı yaşamış, ünlenmiş, etrafında hep kadınlar olmuş, müthiş paralar kazanmış bir ressam ve her şeyi tüketmiş bir adam. Geri döndüğünde ressam olan Rembrandt değil de, ailenin küçük erkek çocuğu olan Rembrandt var. Kendini çiziyor. Geri dönüyor. Af diliyor. Bize de oturup resme saatlerce mal gibi bakmak kalıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder